Melih Şeker Yazdı; MÜSLÜMANLAR, İSLAM’I KENDİ HAYATINDA BİZZAT YAŞAYAN, BU ÖRNEKTEKİ GİBİ, BİR CUMHURBAŞKANI SEÇMEK İSTİYORLAR
Köşe yazarımız Melih Şeker, makalesinde vatandaşların “nasıl bir cumhurbaşkanı” istediğini kaleme aldı.
İslam’ın ilk çıktığı sahabe devrindeki zenginler, inançları gereği cihad için ya da fakirler için (Şimdikiler gibi değil-helal yoldan, kul hakkına riayet ederek elde ettikleri) zenginliklerini bir çırpıda bağışlayabiliyorlardı. Yönetimdekiler de -dinleri gereği- halkın fakirleri gibi yaşamaya çalışıyorlardı.
Dört halife devrinden sonra bu yaşam tarzı anlayışı bazı dünya düşkünü yöneticiler ve zenginler tarafından değiştirildi ve hakkaniyet ölçüleri bozularak zengin daha zengin, fakir daha fakir hale gelmeye başladı.
Ama zaman zaman İslam’ın felsefesini doğru anlamış gerçek Müslümanlar da yönetime gelmedi değil. Mesela bunlardan birinden kısaca bahsedelim:
Örneğin Emevi hilafetinde Hz.Ömerin soyundan gelen Ömer Bin Abdülaziz, halk arasındaki ekonomik uçurumun büyümesi üzerine şura tarafından kendisine önerilen Halifeliği kabul etmeden önce karısına danışmış ve ona; muhteşem saraylar yerine, halkının en fakiri nasıl yaşıyorsa öyle yaşamayı kabul etmesi halinde halifelik önerisini kabul edeceğini söylemiş. Müttakî bir kadın olan hanımının da bu şartları kabul etmesi üzerine yapılan öneriyi kabul etmiş ve Halifeliğe seçilmişti.
Halifeliği sırasında ise son derece adil bir yönetim sergilemiş, haksızlıkları önlemiş, fakiri gözetmiş ve ailesi ile birlikte ülkenin en fakiri nasıl giyinmişse öyle giyinmiş, neler yemişse öyle yemiş, öyle yaşamıştı. Dolayısıyla göreve başladığında adaletin ve de dinin siyasete alet edildiği, zenginin daha zengin, fakirin daha fakir olduğu ülkesinde iki buçuk yıl içerisinde uygulanan adil yönetim ve ulaşılan refah seviyesi nedeniyle zekâta muhtaç fakir kalmamıştı.
Zamanının bazı alimleri onun için; “Ömer bin Abdülaziz beyaz, ince ve nâzik yüzlü, zarif, güzel sakallı, tatlı ve sevimli biri idi. Halife olmadan önce çok gürbüz ve toplu bir yapıda iken, halifeliğinde çok zayıfladı ve bir deri, bir kemik kaldı. Öyle zayıflamıştı ki uzaklardan kaburga kemiklerini saymak mümkündü” demişlerdi.
Bu adil yönetim tarzı kendisinin vefatından sonra da on yıl kadar daha devam etmişti.
Diyeceğimiz o ki; başta seçtiğimiz yöneticiler olmak üzere “Ben de bir Müslümanım” diyen herkese düşen en önemli görev önce “Gerçek İslam”ı iyi anlamak ve sonra da onu hayatına dürüstçe uygulamak olmalıdır. Eğer Müslümanlar İslam binasının temel ayaklarından olan; İtikad (İman), İbadet, Ahlâk ve Muamelat esaslarından sadece birine dahi uymamaları halinde o bina yıkılmaya mahkûm olacak ve ortada İslam diye bir şey kalmayacak ve dolayısıyla (hadiste de belirtildiği gibi) layık olduğu şekilde kötü yönetilecektir.
Nitekim islam ülkesi olarak bilinen birçok ülkede, işgalci emperyalist ülkelerce dalavereli yöntemlerle seçtirilen ve/veya ihtilallerle yönetimi ele geçiren çıkarcı kukla yönetimler nedeniyle İslam’ın özellikle ahlâk ayağı çökertilmiş ve bu çöküntü tüm bu ülkelerde İslam binasının da yıkılmasına neden olmuştur.
Zaten İslam tarihi de bize göstermiştir ki; bu temel esasları / ilkeleri gerçek anlamda kavrayıp hayatlarına uygulayabilen bir halka sahip, yöneticileri ahlâklı ve her türlü suistimale kapalı, kul hakkına riayet eden, adil ve dürüst olan İslam ülkeleri bulundukları zaman diliminin ölçülerine göre bilimde de, medeniyette de ileri gitmişler ve refah içerisinde yaşamışlardır.
Ama zamanımızdaki (çoğu Osmanlı’dan koparılmış) sözde Islam ülkelerinin başlarına göstermelik seçimlerle ahlâken zayıf kukla yöneticiler getirilmesinin, o ülkelerde zenginin daha zengin olup aşırı lüks içinde yaşamasının, fakirin ise daha fakir yapılıp köle durumuna sokularak onlara zulmedilmesinin ve de bilim ve teknoloji yarışında geri kalmalarının sebeplerini bu temel esaslara / ilkelere uymamada aramak lazımdır.