Ahmet Koçak yazdı; YÜKLENİCİ (Müteahhit)
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
Yaşam denilen; gerisi mazi, ilerisi bilinmezlerle dolu serüvenin içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Yaş ilerledikçe, yıllar geçtikçe geçmişte yaşanan sorunlar sisler arasında kalır; çok sıkıntılı olaylar bile tatlı bir anı olarak anlatılır. Geçmişte kalsa da ilerde yaşanacak sorunlara sağduyu ile yaklaşma alışkanlığı gelişir ister istemez.
Bir dostumun başından geçen bir olay buna en güzel örnektir. Kendisi ile buluştuğumuzda başından geçen olayı anlattı. Sizinle paylaşmak istedim. Hamit adlı arkadaşım okul müdürlüğü yaptığı dönemde başından geçen bir olayı anlattı:
“Ahmet Bey, İzmit’te bir ortaokula müdür olarak atandım. Ev kiralayıp çalışmaya başladım. Biraz birikmişim vardı. Tanıştığım bir yüklenici yüzde yetmişi bitmiş, beş katlı binanın işyerleri üstündeki üstündeki bir daireyi önerdi. Peşinatım yeterliydi. O daire için noterden sözleşme yaparak peşinatı ödedim. Uzun süre çivi çakılmadı. Arsa sahipleri de kendilerine vaat ettiği dört daire için yükleniciyi sıkıştırıyorlardı. Duydum ki yüklenici kaçmış. Aldı beni bir sıkıntı. Aradan altı ay geçti bir haber yok.
Evrakları alıp savcılığa gittim. Durumu hem dilekçeyle hem şifahen savcı beye izah ettim. Savcı:
“Hocam şikâyetinizden bir sonuç alamazsınız. Adamı bulamazsınız ama ben dilekçenizi işleme koyacağım. Biz de hâkimlerle bir yükleniciden sizin gibi daireye girmiştik. Müteahhit kaçtı. Üç yıldır mağdur vaziyette bekliyoruz.” deyince, kelin ilacı olsa başına sürermiş misali oradan da bir sonuç alamayacağımı anladım.
Odamda otururken; yumurta topuklu, siyah takım elbise içinde beyaz gömlekli, çorabı da beyaz bir öğrenci velisi geldi. Sorununu anlattı, dinledim. Adam, benim dalgın halimi görünce; “Hocam sizin bir sorununuz var. Lütfen bana anlatın belki bir yardımım dokunur,” dedi. Ben de içimden, “yumurta topuk ayakkabı, beyaz çorapla mı?” diye geçirirken, bir yandan da “ummadığın taş baş yarar. Belli mi olur?” d iye düşünerek sorunumu anlattım. İsmail adlı veli: “Hadi hocam hemen benim arabayla Haşim ağabeyinin yanına gidelim. Onun çocukları da sizin okulda okuyor. Mutlaka bir yardımı olur.” dedi.
Birlikte Haşim ağabeysisinin iş yerine gittik. Haşim, beş bin metrekare kapalı alanda demir ticareti yapıyordu. O kadar çok ve çeşit demiri bir arada ilk kez görüyordum. Bir yandan tırlarla demirler iniyor, bir yandan kamyonlara yüklenip gönderiliyordu.
Haşim ağabeyin içerideki geniş ve lüks bürosuna girdik. İsmail tipinde iki adam iki yanında elleri önlerinde bağlı vaziyette ayakta bekliyorlardı. İsmail kısaca sorunumu anlattı. Haşim güler yüzle: “Sayın hocam benim üç çocuğum sizin okulunuzda okuyor. İşlerimin yoğunluğu nedeniyle sizinle tanışamadım ama karım sık sık okula gider. Sizi de çok över. Tanışmak bu güne kısmetmiş demek ki.” dedi. Kahvelerimizi içtikten sonra izin istedim. “Hocam bana iki gün müsaade edin inşallah sorununuzu halledeceğim. Oğlum hocamı okula bırakın,” dedi ve işine döndü.
İki gün sonra okulun önüne siyah bir Mercedes geldi. Odama gelen adam Haşim abi sizi buyur ediyor hocam. Lütfen gidelim,” dedi. Yine demirlerin hareket halinde olduğu hangara gittik. Haşim’in bürosuna girdiğimde bizim müteahhit yanında el pençe divan durmuş önüne bakıyordu. Ben de ayların birikimiyle;
“Lan şerefsiz! Paramızı alıp kaçmaya utanmıyor musun? Bir sürü aileyi perişan ettin.” dedim. Haşim: “Hele otur hocam. Tapuların hazır. Kalan işleri de tamamlayıp iki ay içinde teslim edecek.” dedi. İki tapu koydu önüme. Biri dairenin, diğeri altındaki iş yerinin tapusuydu. “Daire tamam da iş yeri nedir?” diye sordum. “Hocam daire senin doğrudur. Dükkan da sana çektirdiği sıkıntıların karşılığıdır.” diye yanıt verdi. Ne kadar itiraz etsem de olmadı. İş yeri de bana kaldı.
Müteahhit dairenin kalan işlerini bir buçuk ayda bitirip teslim etti. Kalan parayı ödemek istedim adam kabul etmedi. “Güle güle oturun” deyip ayrıldı.
Hemen daireye taşındım. İş yerime de arabamı çektim.
Altı ay sonra bakanlıkta şube müdürlüğüne atanınca Ankara’ya taşındım.
Aradan altı ay geçti, geçmedi 1999 depremi oldu. Hemen daireyi görmeye gittim. Evin olduğu sokak tanınmaz haldeydi. Dairemin ve dükkânımın olduğu apartmanı zor buldum. Apartman baklava dilimi gibi; katlar arasında bir metre kalacak şekilde yıkılmıştı.
“Cana gelmesin de mala gelsin. Elbet devlet bize bir çare bulur.” dedik beklemeye başladık. Kimi ev sahiplerine daire, kimisine de para önerdiler. Ben daire ve iş yerim için para aldım. O para ile birikmişlerimi de üzerine koyarak Ankara’dan bir daire aldım.
“Allah devletimize zeval vermesin” derken verilen paranın kredi olduğunu anladım. Bu sefer de başladım kredi ödemelerine. Zaten dairesine karşılık daire alanları da uzun süreli borçlandırarak vermişler.
Yani anlayacağın Ahmet Bey eşeğimizi semereli kaybedip semersiz bulmuş, sevinmiş olduk. Haydan gelen huya gidermiş derler. Ben o iş yerini beleşten aldığım için bütün bu talihsizlikler başıma geldi diye düşünürüm hep.”
Hamit Bey’in o günlerde yoğun bir şekilde yaşadığı acı dolu günlerin üzerini zaman örtmüş, kabuk bağlatmış, artık eskisi kadar acı duymadan anlatabilmesini sağlamıştı. Zaman, tüm şiddetli acıları sisle örter, kabuk bağlatır. Kanatılmaz, sis perdesi aralanmazsa beynin bir köşesinde öylece acı vermeden beklerler.
İyi ki öyledir; ya ilk günkü gibi taptaze kalsa insan nasıl dayanır?
ahmet.kocak16@hotmail.com