Bursa Vatan Medya Gurubunun mümtaz emekli öğretmen yazarı Ahmet Koçak’tan dikkat çeken yazı Gelecek, Deva, Saadet, Demokrat parti il başkanları...
Cemal Kırgız Yazdı; “EŞREF KOLÇAK’IN ARDINDAN…”
Köşe Yazarımız Cemal Kırgız’ın kaleme aldığı yazıda,
“Gemlik Belediyesi, geleneksel hale getirilmesini umduğum, desteklediğim, beğendiğim ve takdir ettiğim önemli bir projeye daha imza attı. Antalya’nın “Altın Portakalı”, Adana’nın “Altın Kozası”, İstanbul’un “Altın Lale”’si, Bursa Nilüfer Belediyesinin “Köy Filmleri” Festivalleri benzerini Gemlik’te düzenleyerek, sosyal ve kültürel anlamda dikkatleri üzerine çekmeyi başardı.
Türk Sinemasının yaşayan efsaneleri Gemlik halkıyla buluştu. Türkan Şoray, Perihan Savaş, Halil Ergün, Tamer Yiğit, Güven Kıraç, Şemsi İnkaya ve özellikle “Gemide” ve “Lalelide Bir Azize” filmleriyle kişisel tarihimde efsane olan Erkan Can gibi sinema ve tiyatronun önemli isimlerini Gemlik’te görme, dinleme imkânı bulduk. Gemlik Belediyesinin başarıyla altından kalktığı bu güzel organizasyonu daha anlamlı kılan ise Eşref Kolçak gibi Gemlik aşığı, Kumla sevdalısı bir sinema efsanesi adına yapılmasıydı. Bir Türkiye klasiği haline gelen, yaşarken burun kıvırdığımız, süründürdüğümüz, bazen de itibarsızlaştırma yarışına girdiğimiz değerlere, ölümünden sonra sahip çıkma yarışının örneği gibiydi Eşref Kolçak Anısına Film Festivali…
Bir farkla tabii ki, Rahmetli Faruk Güzel ve yakın tarihte kaybettiğimiz İzzet Kaptan’ın ardından yaşananlar gibi siyasi çıkar gözetmeksizin, Gemlik’e mal edilen, ancak CHP’li Gemlik Belediyesine nasip olan, CHP’li Gemlik Belediyesinin hiçbir kompleks göstermeden düzenlediği, güzel bir festival oldu. Siyasallaşmayan sanatı, edebiyatı, şiiri, kültürü, ötekileştirmediğimiz sanatçı bakışını özlemişiz. Örneğin, “Yetmez ama evetçi” denilerek sol kesimlerde eleştiri oklarının hedefi olan Halil Ergün’ün onur konuklarından birisi olması konusu… Belediye Başkanı Mehmet Uğur Sertaslan, Bursa Basınından değerli ağabeyim Yüksel Baysal’a verdiği açıklamada, Halil Ergün’ün, yaşarken Eşref Kolçak’ın en yakınlarından biri olduğunu ve Kolçak’a e çok destek veren sanatçıların başında geldiğini söyledi. Bu kadar işte! Siyaset yok, fanatizm yok, sanatçının siyasi görüşünün, geçmiş söylemlerinin festivalin önüne geçmesi yok. Eşref Kolçak anısına düzenleniyorsa, ona en çok destek veren, onun en yakını olan bir sanatçıyı, üstelik İznikli bir sanatçıyı onur konuklarından biri olarak festivale davet etmek, ağırlamaktan daha doğalı olamaz…
Gemlik Film Festivali 24 Temmuz’da başladı.
24 Temmuz Türk Basınında Sansürün (Sözde!) olarak kaldırılmasının yıldönümü olarak kutlanıyor. 2. Meşrutiyetin Sultan İkinci Abdülhamit döneminde kabul edilmesinin ardından, basında da bir rahatlama olmuş. Olmuş mu? Bu tartışılır. Yüzlerce kelimenin yasaklandığını, bunların kısmet serbest bırakıldığını biliyoruz. 24 Temmuz 1946’dan beri kutlanıyor. Benim gibiler, bu günü bayram olarak değil, dayanışma günü olarak görüyor. Tıpkı 10 Ocak Basın Bayramı gibi…
24 Temmuz Basında Dayanışma gününde, Gemlik Film Festivalinin açılışını izledik. Kemal Sunal’ın filmlerinde giydiği kostüm sergisi, Türkan Şoray’ın Kadir İnanır ve Ahmet Mekin ile birlikte oynadığı Cengiz Aymatov’un ünlü eseri “Selvi Boylum Al Yazmalım Filmi”, Türkan Şoray söyleşisi ve Eşref Kolçak ile ilgili anıları, ilk defa yapılan bir organizasyonun yüz akı oldu.
Eşref Kolçak’ı gazeteciliğimin ilk yıllarından bu yana takip eder, tanırdım. 1988’de doğru Hâkimiyet, 1989’da Bursa Hâkimiyet için kendisiyle haber röportajlar yapmıştım. 1992-1993 tarihlerinde de Olay Gazetesi için kendisiyle görüşme imkânım olmuştu. Ciddi bir gazete adına gelen, samimi, sıcakkanlı ve doğru soruları sormayı bilen gazetecileri severdi. Anılarını anlatmayı da çok severdi. Anılarını anlatırken, araya sıkıştırdığı espriler her zaman kahkaha atmama neden olmuştur. İyi günündeyse, doğru sorular sorulduysa ki, bu doğru sorular her zaman tiyatro, sinema üzerine olmalıydı, özel yaşamıyla ilgili absürtlükleri sevmezdi, işte o zaman o sohbetin ve haberin tadından yenmezdi.
Gemlik Belediyesi Basın Bürosunda çalışırken de kendisiyle iletişimi kesmedim. Son dönemlerinde ekonomik olarak zorlanıyordu. “Sırlar Dünyası” bağlamında, din sömürüsünü ön plana alan bazı dizilerde küçük roller dışında rol alamıyordu. Birkaç küçük dizide de ekmek parasına, yol parasına kamera karşısına geçmişti. Bu nedenle Belediyelerin ilgisine muhtaç hale gelmişti.
Bursa Büyükşehir Belediyesi Kültür İşlerinden bir arkadaşımla geçtiğimiz günlerde bir araya gelip, çay içme, sohbet etme fırsatı bulduk. Tam da film festivali günlerindeydi. Büyükşehir Belediyesi Eşref Kolçak’a destek amacıyla, onu okul okul, salon salon gezdirip, anılarını anlattırıyormuş. Gemlik Belediyesi de aynısını yapıyordu. 2014 yılından itibaren Eşref Kolçak’ı periyodik aralarla Gemlikli öğrencilerle buluşturdu. 2017’de 90. Yaş gününü bir restoranda düzenlediği organizasyonla sürpriz biçimde kutladı. Bütün derin, emekçi, büyük sanatçıların içinde yaşattığı o afacan ancak afacan olduğu kadar da duygusal çocuk yönü, gördüğü ilgi karşısında ortaya çıkıyor, bazen de gözyaşlarını tutamıyordu.
Arşivimde buldum.
Bakın, 2015 yılında İmam Hatip Lisesi Öğrencilerine ne demiş:
Türk Sinemasının yaşayan Efsane isimlerinden 88 yaşındaki ünlü ismi Eşref Kolçak, lise öğrencileri ile buluştu. Gemlik Belediyesinin 2015 yılı Kültürel Etkinlikleri Kapsamında organize ettiği etkinlikte Anadolu İmam Hatip Lisesi Öğrencileri ile bir araya gelen Eşref Kolçak, 101 yaşındaki Türk Sinemasının son 70 yılının özetini yaptı. Öğrencilerin sorularını yanıtlayan Eşref Kolçak, babacan bir öğretmen gibi kimi zaman kızdı, kimi zaman güldürdü, kimi zaman da hüzünlendirdi. Marangoz, Tesviyeci ve Gazete Dağıtıcılığının ardından sanat yaşamına amatör tiyatrolarda figüran rollere çıkarak adım atan Eşref Kolçak, sinemaya 1947 yılında Cahide Sonku’nun oğlunu oynadığı “Fedakâr Ana” isimli filmle başladığını söyledi. Çocukluğunun ve gençliğinin Türkiye’sinin ekonomik ve sosyal yaşamı konusunda çarpıcı açıklamalarda bulunan Eşref Kolçak, halk evlerinin önemine değinerek, “Halk evleri kapandı, temsil, tiyatro, sanat bitti. Gençler kahvehaneye, meyhaneye gitti” dedi. 1951 yılında oynadığı “Affet Beni Allah’ım” ve aynı dönemde Ayhan Işık’ın oynadığı “Kanun Benim” filmlerinin Türk Sinemasını, tiyatrodan kopardığını ifade eden Eşref Kolçak, bugüne kadar 131 sinema filminde rol aldığını kaydetti. Gemlik’te kayınvalidesinin yazlığı bulunduğunu ve arada sırada gelip gittiklerini anlatan Türk Sinemasının yaşayan ulu çınarı Eşref Kolçak, Şile’nin liman olması sonrası plajının talan edilmesi sonrasında Gemlik ve Kumla sahillerinin gözde olduğunu açıkladı. 31 yıldır Gemlik’te yaşadığını bildiren Kolçak, “Gemlik’i 7 bin yıllık, tarih, kültür ve turizm kenti olarak ifade etti. Sinemadan tek kazancının ”Sizlerin Sevgisi” diye açıklayan Eşref Kolçak, Türk Sineması’nın 2007’deki “Güle Güle” filmi sonrasında canlandığını bildirdi. 101 yaşındaki Türk Sinemasının 71 yılında yer aldığını anımsatan duayen sanatçı Eşref Kolçak, “131 filmden sadece 3’ü bana para verdi. 128 filmden para almadım. 350 bin dolar teklif ettikleri bir ABD filmi, Urfa’da çekilecekti. En büyük teklif o filmden geldi. Tam çekimlere başlayacaktık, 11 Eylül’de Amerikan ikiz kulelerine, Wall Stret’e saldırılar yapıldı. Bu nedenle o film çekilmedi” dedi. Türk Sinemasında yaşanan nankörlükleri, seyircinin alkış ve sevgisi ile hafiflediğine dikkat çeken Eşref Kolçak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet Davutoğlu ve Kültür Bakanlığı yetkilileri ile görüşerek, 71 yıllık sanat yaşamının telif hakkını isteyeceğini öne sürdü. Senaryoda kendini bulmadığı hiçbir filmde rol almadığını ve almayacağını söyleyen Eşref Kolçak, “Ben rol yapmasını bilmem. Ben oynuyorum” diye konuştu. Her şeye rağmen pişmanlığı olmadığını da anlatan Kolçak, telif hakkı uygulamasının sanat ve sanatçı camiasının geleceği açısından da örnek olacağını sözlerine ekledi.
Eşref Kolçak, başta telif hakkı konusu olmak üzere tüm bunları ve benzerlerini 4 yıl boyunca, okul okul, salon salon gezerek anlattı.
Peki, telif konusu çözüldü mü?
Tabii ki çözülmedi.
Sinemada oyunculara yönelik telif hakkı çözülmediği gibi, tarihten günümüze, sadece edebiyatta, gazetecilikte, sosyal medyada değil, sanatta da sansürün devam ettiğini söyleyebilirim. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’na bağlı olarak kurulan, “Dezenformasyonla Mücadele Merkezi” mesela… Yanlış olanı, kim bilecek, kim karar verecek, neye göre yanlış denilecek, bir açıklayanı yok. RTÜK yetmezmiş gibi yeni sansür kurumları da oluşturuluyor. Üniversitelerde de durum fena. Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübünün düzenlediği açık hava film gösterimlerinde yer alan dört film, rektörlük yazısıyla yasaklanıyor. Öğrenciler bu yasağa direnince, Sinema Kulübünün etkinlikleri bir ay boyunca tamamen yasaklanıyor. Düşünün, bir rektör hoşuna gitmediği bir filme yasaklayabiliyor. Yani, özgür düşüncenin yuvası olması gereken üniversitelerimiz de artık birer sansür yuvası gibi çalışabiliyor.
İyi filmleri, iyi kitapları severim. Gazete, kitap, dergi okumadığım zamanlarda, ya film izlerim, ya da sanatla, sinema ile ilgili eleştirileri okurum. Gemlik Belediyesi Eşref Kolçak Anısına Film Festivali 24 Temmuz’da başladığından bu yana, sanatta, edebiyatta, sinemada sansür ile ilgili yazıları, eleştirileri araştırıp okuyor, yasaklı filmleri bulup izlemeye çalışıyorum. Birçok kaynağa ulaştım. Ancak en etkilisini, Birgün Gazetesinde, Vecdi Sayar’ın, “Seyir Defteri” isimli köşesinde buldum. Her Pazar, dünden bugüne sansür mücadelesini ele alan ve oldukça doyurucu yazılar kaleme alan Vecdi Sayar üstat, sinema üzerine de düşündürücü ve kapsamlı bir yazı kaleme almış.
Bir yanda, Gemlik Aşığı, Kumla Sevdalısı Eşref Kolçak’ın, sinemada sinema ve tiyatro sanatçısına yönelik, yaşarken verdiği amansız telif mücadelesi, bir yanda basının, yazarların ve sinemacıların verdiği sansür savaşı. Hepsinin ötesinde de; her geçen gün yenileri eklenen sansür kurulları, kraldan çok kralcı sansürcüler.
Vecdi Sayar üstattan okuyalım:
“Evet, nur topu gibi bir sansür kurulumuz daha var artık. Medyamız, her gün yeni örneklerini gördüğümüz erişim engelleri, web sitesi kapatmaları ve zaten bir sansür kurumu gibi çalışan RTÜK yetmezmiş gibi şimdi de yeni bir kurumla dizginlenmeye çalışılacak… Haftanın ikinci bombası Boğaziçi Üniversitesi’nden geldi. Boğaziçi Üniversitesi Sinema Kulübü’nün düzenlediği açık hava film gösterimleri programında yer alan dört film, rektörlük yazısıyla yasaklanıyor. Öğrenciler, bu gösterimleri yapmakta direnince, Sinema Kulübü’nün etkinlikleri bir ay süreyle yasaklanıyor ve kulübün yöneticileri görevden alınıyor. Ülkemiz sinemalarında gösterilen filmler neden bir üniversitemizde gösterilemiyor? Bir rektörün, hoşuna gitmediği filmin gösterimini yasaklama yetkisi olabilir mi? Neymiş bu sakıncalı filmler diye baktığımızda, ikisinin (“Benim Çocuğum” ve “Duvarlar-Mauern- Walls”) rektör kararıyla okuldan uzaklaştırılan öğretim üyesi-yönetmen Can Candan’ın imzasını taşıdığını, “Laurence Anyways”in LBGTI teması içerdiğini görüyoruz. Doug Liman’ın kült filmi “Go” ya nasıl bir kılıf bulunduğunu bilemiyorum. Özgür düşüncenin yuvası olması gereken üniversitelerimiz artık birer sansür kurumu gibi çalışıyor. Buyrun bir örnek daha: değerli soprano Pervin Çakar’ın Mardin Artuklu Üniversitesi’nde vereceği konserin repertuvarında Kürtçe eserler de bulunduğu için, salon tahsisinden vazgeçilmiş. Yayıncılık alanında da, bir zamanlar serbest olan Kürtçe yayınların engellerle karşılaştığını, çocuk kitaplarının Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na bağlı ‘Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun bilimselliği ‘kendinden menkul’ kararları ile yasaklandığını görüyoruz. İktidar partilerinin egemen olduğu belediyelerde de, sansürcü zihniyet varlığını göstermekten geri durmuyor. Daha geçen gün, Eceabat Belediyesi’nin açtığı ‘Ece Ayhan Öykü ve Şiir Yarışması’nda katılım koşulları içinde eserlerin “milli ve manevi değerlere, genel ve evrensel ahlak ile insanlık ilkelerine” uygunluğunun arandığını gördük. Sanatçıyı, otosansüre yönelten bu ölçütler, ifade özgürlüğü ile ne kadar bağdaşıyor?
Evet, ülkemizde sansürün adı yok artık, Kültür ve Turizm Bakanlığımız bununla övünüyor. Hatta, “Türkiye’de Sinema Sansürünün Tarihi” adlı üç ciltlik bir yayın çıkarıyor… Ama, sansür türlü türlü adlarla gene hayatımızın baş köşesinde. Bu kitabı yayınlayarak çok iyi bir iş yapan Kültür ve Turizm Bakanlığımızın, Beyoğlu’nda açtığı ‘Sinema Müzesi’nde sinemamızın iki ustasına, Yılmaz Güney’e ve Şerif Gören’e yer verilmemesini nasıl açıklayacağını merak ediyorum doğrusu… Neyse, biz gene kitaplara dönelim. Bakanlığın Telif Hakları Genel Müdürlüğü yetkililerini bu çalışmadan ötürü kutlamak istiyorum. Ellerinde bulunan, önemli bir kısmı Emniyet Genel Müdürlüğü’nden teslim alınan ‘Sansür Karar Defterleri’nin yayınlanması için çaba gösterdikleri, defterleri bir üniversitemizin akademisyenlerinin incelemesine sundukları için. Gazi Üniversitesi öğretim üyeleri Doç. Dr. Ali Karadoğan ile Prof. Dr. Semire Ruken Öztürk, gerçekten de zorlu bir işin altından çıkmışlar, 96 cildi tarayarak. Sunuş yazısında karşılaştıkları sorunlardan söz eden iki yazar, Karar defterlerinin 1932 yılından itibaren tutulduğu bilgisine ulaştıklarını, ama kendilerine verilen defterlerin 1947 yılından başladığını belirtiyorlar. Gene de, birinci kitabın ilk bölümünde farklı kaynaklardan derledikleri bilgilerle 1947 yılına kadarki sansürlere ilişkin bilgileri aktarıyorlar. Kim bilir, belki de, bu bulunamayan defterler bir resmi kurumun tozlu raflarında beklemektedirler hâlâ… Beni asıl meraklandıran husus, üç kitabın herhangi bir yerinde, incelemenin neden 1988 tarihi ile sınırlandığına ilişkin bir bilgi yer almaması. 1988 sonrası sansür kalkmış falan değil. Yalnızca, adı kibarlaştı: Sansür yerine Denetim Kurulu denerek! Kuşkusuz yıllar içinde, sansür olgusuna ilişkin önemli düzenlemeler yapıldı, önce senaryo sansürü kaldırıldı, daha yakın bir zamanda ‘Denetim Kurulu’nun filmleri yaş kategorileri açısından sınıflandırması yöntemi temel alınarak, filmlerin sansür kurulunca kesilip, biçilmesi, hatta yeni sahne ısmarlanması saçmalığından vazgeçilmesi, ifade özgürlüğümüz açısından önemli adımlardı. Ama gene de, halen geçerli olan tüzükte Sınıflandırma ve Denetim Kurulu’nun filmi tümden yasaklama yetkisi bulunuyor. Bu konuyu da, gelecek iktidarlar çözebilir belki…
GÜLERİZ AĞLANACAK HALİMİZE
Gelelim defterlerde yer alan kararlara. Kitapları hazırlayan akademisyenler, yasaklama ve kesinti zorunluluğu getiren kararların dayandığı gerekçeleri farklı kategorilerde toplamışlar: umumi terbiye ve ahlak / müstehcenlik ve argo / güvenlikle ilgili konular (asker, jandarma, polis, vb), eğitim, ekonomik konular-yoksulluk, zenginlik, sınıfsal farklılıklar / milli hisler, etnik konular, millet ve devlet, başka ülkeler ve milletlere ilişkin konular / Mustafa Kemal Atatürk / Osmanlı / Kürt / işçiler / meslekler, dinlerle ilgili konular / suç, şiddet / cinsel kimlikler / ideoloji ve siyaset: komünizm propagandası / senaryoya uygunluk ve filmin yapısıyla ilgili konular… Anlayacağınız, yaşamımızın herhangi bir anı yok ki sansüre konu olmasın. Yıllar içinde tekrar tekrar sansüre giren, her seferinde sansüre takılan pek çok film var. “Çanlar Kimin İçin Çalıyor?” bunlardan biri. “Yapılan tadillerin filmin umumi tesir ve atmosferinde tebeddül yapmadığı ve menfi ve komünist propagandasının baki kaldığı anlaşıldığından…” 1948’de ilk kez yasaklanan film 50’li yıllarda yasaklı kalmış. 1953 yılında, Metin Erksan’ın “Aşık Veysel’in Hayatı – Karanlık Dünya” filminin adından ‘Karanlık Dünya’ sözcüklerinin, 1954’te Losey’in “The Prowler” adlı filminde “avukatlar rüşvet alır”, “patronlar vergi kaçakçılığı yapar”, “polisler tabanca kullanır” cümleleri, 1955 yılında “Kadın Severse” filminde “Doktor Ferit ile Nevin’in günah işledikten sonra yan yana göründükleri sahne”, 1960 yılında “Gecelerin Ötesi” filminde “evdeki üç can her şeyden önce ekmek ister”, “Kırık Çanaklar” filminde “patron kesesini dolduracak diye bizi harcıyor”, “Bazıları Sıcak Sever” filminde “Tony Curtis’in Marilyn Monroe’ya söylediği fakir halk tabakaları bütün kazançlarını bize yatırırlar”, “Sonbahar Yaprakları” filminde “iş bulamıyorum, arkadaşım hasta” gibi sözcüklerin/sahnelerin çıkartılmasına karar verilmiş, pek çok filmde “polisin daha etken gösterilmesi” istenmiş. Wajda’nın “Kanal”ı, Kalatazov’un “Leylekler Geçerken”, Louis Malle’ın “Aşıkları” gibi önemli filmler de sansürün kurbanları arasında yer almıştır. 61 Anayasasının görece bir özgürlük ortamı yaratmasına karşın, sansür olgusu yerli yerinde duruyor. 60’lı yıllarda yasaklanan filmler arasında Eisenstein’ın pek çok filmi, Truffaut’nun “Jules ve Jim”, Dos Santos’un “Kuru Hayatlar”, Shindo’nun “Hiroşima Çocukları”, Jancso’nun “Umutsuzlar”ı, Bertolucci’nin ”Devrimden Önce”, Bunuel’in “Viridiana” gibi başyapıtları yer almış, bazı filmlere ‘yalnızca Sinematek üyelerine gösterilmek şartıyla onay verilmiş (80’li yıllarda festivallerde gösterilen yabancı filmlerin sansürden muaf tutulmasının ilk örneği), “Bitmeyen Yol”, “Hudutların Kanunu”, “Otobüs Yolcuları”, “Üç Tekerlekli Bisiklet” gibi önemli yerli filmlerin yurt dışına çıkartılması sakıncalı bulunmuştur. Filmlerin önce senaryoları sansüre gönderildiğinden, birçok filmde bazı sözcükler yerine farklı sözcükler önerilmiş, hatta yeni sahneler çekilmesi istenmiştir.
71 yılında “Bir Talebenin Hatıraları” adlı senaryoda “boykot” yerine “tatil” sözcüğünün kullanılması, 72 yılında Ömer Kavur’un “Yatık Emine” filminin senaryosunda “Teğmenin Yatık Emine’ye karşı duyduğu cinsel alakanın tamamen çıkarılması; Y. Emine’nin feci akıbetine resmi makamların sebebiyet verdiği intibaının uyandırılmaması”, 73 yılında “Pir Sultan Abdal” filminde “askerin köyleri yaktığı sahnelerin, 74 yılında Ergin Orbey’in “Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz” filminde devlet memurlarının görevlerini yapmadığı intibasını veren sahnelerin çıkartılması, Yılmaz Güney’in “Arkadaş” filminde “Sınıf açısından bak olaylara” sözlerinin çıkartılması kararlaştırılmıştır. 76’da Tunç Okan’ın “Otobüs”ü, 79’da Erden Kıral’ın “Kanal”, Yavuz Özkan’ın “Demiryol”, Yavuz Pağda’nın “Yolcular”, “Şili Üzerinde Karanlık”, 80’de “Che!”, “Talihli Amele”, 81’de Yılmaz Güney’in “Dağ” senaryosu, Ökten’in “Sürü” filmi denetim engelini aşamamış, 82’de “Köşeyi Dönen Adam” ve Bertolucci’nin “La Luna”sı, 83 ‘de Kıral’ın “Hakkari’de Bir Mevsim”i, Güney’in tüm filmleri (‘teknik sorunlar nedeniyle’), 85 yılında Ustinov’un “İnce Memed”i, Bertolucci’nin “1900”ü, 86’da Solanas’ın “Tangolar”ı yasaklanmış; bazı filmlerin lobilerinde bile değişiklik istenmiş (örneğin “Kibar Feyzo” lobilerindeki ‘faşo ağa’ sözcüğünün çıkartılması), Kürt sözcüğü her görüldüğü yerde yasaklanmıştır. Hangi dönemde olursa olsun… Bazen oybirliği ile, bazen oy çokluğu ile… ’Alt komisyon’u, üstü ve yükseği ile tüm sansür kurullarında yer alan bakanlıklar temsilcilerinin isimlerinin bu incelemede belirtilmesini isterdi gönlüm. İbret olsun diye! Çünkü benzerleri her zaman her yerde karşımıza çıkabilir…”
Bir de bunlara, siyasal İslamcıların, ahlakçılık adına ancak derininde, başrolünde kendilerine muhalif sanatçıların oynadıkları için eleştirdiği “Netfliks” gibi dijital sinema platformlarını ekleyebiliriz… Kültür tüm zorlamasına karşın, algı operasyonlarıyla, şekil almıyor işte. Baskılara rağmen, insanı, insani değerleri, insanın her türlü halini beyaz perdeye aktarabilen filmler, yayınlanacak yer bulabiliyor.
Festivalde, Gemlik doğal halindeyken, sinema platosu formunu korurken, bu harikulade ilçede çekilen siyah beyaz filmler de izleyicilerle buluşturuldu. İyi ki, birileri Gemlik’te çekilen o muhteşem filmleri arşivlemiş. Gerçek nostalji, siyaseten veya günü birlik hayıflanmak değil, sanata, edebiyata, kültüre aktarılmış olandır.
Film festivalinin finali de ilgi gördü. Buna göre, Yarışmanın birincisi ‘’Yüzler’’ filmi oldu. Yönetmen Zeynep Demirhan ödülünü, jüri başkanı Halil Ergün’ün elinden aldı. Ergün ‘’Yaşadığım yörenin çocuğu olarak burada bir kültürel sanatsal etkinliğin yaşanmasına vesile olan herkese teşekkür ederim. Ben de bir İznikliyim. Jüri üyesi olmak, hakemlik yapmak defterimde yoktur ama geleceği ellerine teslim edeceğimiz gençler söz konusu olunca her şey değişiyor. Gelecek kültürde, sanatta ve sinemada. Çok keyifli çalışmalardı hepsi. Hepsini kutluyorum.’’
Yarışmanın ikincisi Volkan Güney’in yönetmenliğindeki ‘’Larva’’ filmi oldu. Güney, ödülünü jüri üyesi Erkan Can’ın elinden aldı.
Yarışmanın üçüncüsü Baturay Tunçat yönetmenliğindeki ‘’Gün Işığı’’ filmi oldu. Filmin yönetmeni ödülünü, jüri üyesi Yüksel Aksu’dan aldı. Mansiyon Ödülü’nün sahibi ise Don Don Kurşunu filmiyle Zeynep Kaya oldu. Kaya, ödülünü jüri üyeleri Zeynep Dadak ve Ömer Sinir’in elinden aldı.
Ödül kazanan filmlerin senaristlerinin, yönetmenlerinin ve oyuncularının bundan sonra da destekleneceğini umuyorum. Ayrıca, ödüle değer görülen filmlerin, yasal bir engeli yoksa Gemlik halkına da izlettirilmesi taraftarıyım. Eşref Kolçak yaşasa, ödüle değer görülen filmlerden birisinin ödülünü kendisi verirken, o da bu filmleri herkesle birlikte izlemek isterdi. Buna eminim…
Bir yerde okumuştum;
Ben öldükten sonra mezarıma gelsen ne olur, gelmesen ne olur?
Ben öldükten sonra ağlasan ne olur, ağlamasan ne olur?
Sen benim değerimi yaşarken bilmedin ki!
Öldükten sonra
Bilsen ne olur, bilmesen ne olur?
Eşref Kolçak’ın Türkiye’deki son yıllarını anlatıyor gibi…
Gemlik’te böyle olmadı ama. O saygıyı her zaman gördü Sevgili Eşref Kolçak. Beklediği desteği gördü mü, o tartışılır. Her şeye rağmen adı yaşatılıyor, yaşatılacak…
Mevlana’nın da sözleri var;
“Sevdiğini şimdi söyle musalla taşında değil” diye…
Eşref Kolçak’a ve oğlu Harun Kolçak’a bir kez daha Allahtan rahmet diliyorum.
Bu sanatçımızın ismini, film festivali gibi önemli bir organizasyonla taçlandıran Gemlik Belediyesini de kutluyorum. Dünden bugüne sevdiklerini ve saydıklarını hep söylediler…
Gelecek sene daha az sansürsüz, sanat gibi sanat, sinema gibi sinema olması dileğimle.
Belki; Eşref Kolçak’ın savaştığı, telif kanunu da çıkar, kim bilir?”
YORUMLAR