Ahmet Koçak yazdı; AH YALAN DÜNYA!
Köşe yazarımız Ahmet koçak makalesinde;
Bize bir şey sorulmadan Dünya denen; uzay boşluğunda menziline doğru hızla giden gezegende gözlerimizi açarız. İlk icraatımız ağlamak olur. O günlerde ki gereksinimlerimiz: Barınma, uyku ve beslenmedir. Üşüyünce, acıkınca, altımız kirlenince haber vermek için ağlarız. Bakarız ağlayınca gereksinimlerimiz karşılanıyor ilk öğrendiğimiz: ‘Ağlamayana meme yok’ olur. Atık yaşamımız boyunca her kapıyı açan bir anahtara sahibizdir.
Bakarız bu dünyada anne denilen bir varlık var ve bize fazlasıyla yeter. Annelik hormonu devreye girer; uyumaz uyutur, yemez yedirir; evlenip yuvadan uçana kadar emeğini esirgemez. Anne olmazsa hiçbir gereksinimimizi karşılayamayız, öz bakımımızı yapamayız, düşünerek sorun çözemeyiz, yürüyemeyiz, üzerimize dökmeden yemeğimizi yiyemeyiz, büyüdükçe çok soru sorarak etrafımızı bıktırırız…
Diğer canlıların yavruları doğar doğmaz yürümeye, koşmaya, beslenmeye birkaç saat sonra başlarken insanoğlu uzun yıllar bakıma muhtaçtır. Bakılmazsa yaşaması mümkün olmaz. Bir yandan da, ‘ iyi ki doğdum. Bu dünya güzel, güvenli bir yer. Ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorsun daha ne istiyorsun?’ diye düşünmeye başlarız.
Büyüdükçe baba ve kardeşler olduğunu fark eder, bir kabilede doğduğumuzu anlarız. Zamanla anne sütünden başka yiyeceklerin de var olduğunu anlarız. ‘Evin biricik paşasıyım. Her şey harika! Ailede herkes etrafımda pervane olmuş. Körün istediği bir göz Allah vermiş iki göz…’ diye düşünerek tüm olanaklardan sonuna kadar faydalanırken benmerkezci olmaya başlarız.
Zamanla etrafta başka kabilelerin de var olduğunu fark ederiz. İnsanlar iki gruba ayrılıyordu o yaşlarda: Kadınlar ve erkekler. Sonraları başka çocuklar, halalar, teyzeler, amcalar, dayılar, dedeler, nineler, komşular, yabancılar da katılınca dünya, anlaşılmaz, içinden çıkılmaz bir hal almaya başlar. Dünyada yalnız olmadığımızı fark edince biraz ürkeriz.
Duygularımız denize benzer; bazen sakin, bazen dalgalı, bazen boran, bazen hortum olur gider, gelir. Hala kabilemin güvenli limanındayız. Yine ekmek elden su gölden yaşayıp gitmenin rahatlığı içinde geçer yıllar engin denizlere açılana kadar…
Bir odanın içinde geçen yıllardan sonra önce evin içinde gezmeye başlarız emekleyerek. Dünyayı keşfetmeye çok meraklıyızdır. Yürümeye başlayınca komşu eve kadar gidip gelmek büyük bir başarıdır. Kendimizle gurur duymaya başlarız. Sonra tavuk menzilini aşarak köyün keşfiyle etrafta bitki ve hayvanlar olduğunu, dünyanın ne kadar büyük ve çözülmesinin ne kadar zor bir yer olduğunu düşünmeye başlarız. Büyüdükçe ilçeyi, ili, ülkeyi, dünyayı ve evreni keşfe çıkışımız bize bilgi ve deneyimler kazandırırken, her yeni keşifle ağzımız bir karış açık kalarak yaşamaya, uzun ince bir yolda gitmeye devam ederiz gündüz gece…
‘Bu böyle gitmez’ derler. ‘Seni okula vereceğiz. Oku bir mesleğin olsun.’ Nihayet uzun çabaların ardından bir mesleğimiz olur. Parayla tanışırız. Çok geçmeden asıl patronun para olduğunu anlarız. Patronun emirlerine kafa tutanlarımız çıkar kuşkusuz. Onların halini gördükçe susar; Napolyon’un, ‘para para para’ dönemine geçeriz…
Karşı cinse ilgimiz başlar doğal olarak. Hemcinslerimizle oynarken bir gözümüz de karşı cinse kayar. Önce ailemiz vardı, sonra kabilemizi fark ederiz. İkinci dünyamız kendi kurduğumuz ailemize dikkatimizi vermeye başlarız. Karımız, kocamız, çocuklarımız, işimiz, başarılarımız, başarısızlıklarımız, sevinçlerimiz, üzüntülerimiz; ev, yazlık, araba, çamaşır makinesi, buzdolabı, güzel giyinmek, güzel yemek, tatil, çocukların eğitimi… gibi sorunlar içinde yuvarlanarak geçer ömrümüz.
Okul yıllarında neler öğreniriz neler… Türküler, şarkılar, şiirler, masallar, romanlar, buluşlar, öyküler, hobiler, fobiler, hesaplar, hesapsızlıklar, zenginler, yoksullar, savaşlar, dinler, hükümdarlar… Neşet Ertaş der; “Ah! Yalan Dünya…
Herkes ailesinin diniyle doğar. Düşünerek, kendi kararıyla bir din seçme şansı olmaz insanoğlunun. Yaşamda hazır bulduğumuz, emeksiz elde ettiğimiz tek şeydir dindir. Daha ne istiyorsun, buldun da bunuyor musun? Herkes içine doğduğu dinin, geleneklerin, göreneklerin en doğru olduğunu düşünür. Bizim dışımızda kalanlar doğal düşmanımız olarak tanıtılır. İçinde doğduğumuz dini ve kendi ırkımızı benimseyip korumamız doğaldır. Eğitim arttıkça duygudaşlık yapmayı öğreniriz. Başka dinden, ırktan olanları tanıdıkça onları da anlamaya, sevmeye başlarız. Böylece barış içinde yaşama isteğimiz gelişir. Geriye doğru baktığımızda konulan yerde hala otlamaya devam eden insanların varlığını sezer, üzüntü duyarız.
Oyunlar bizi ilerdeki zor yaşantımıza hazırlar. Ne kadar çok oyun oynamışsak gelişme çağımızda ileriki yaşamımız daha güzel ve zevkli geçer. Yenince mutlu, yenilince mutsuz oluruz. Bu ömür boyu sürer, Mutlu, mutsuz, mutlu mutsuz, mutlu mutsuz…
Bakarsın kimileri çok çalışıyor aç, kimisi hiç çalışmadan tok. İsyan edersiniz; “olmaz! Onlar da insan! Biraz da onlar doysun!” dersiniz. Hemen açların saldırılarına uğrar şaşırırsınız. “Ula ben sizin için ….” Neme lazımcılık başlar, altta kalanın boynu kırılsıncılık lügatınızda yerini alır.
Bu yaşam hengâmesinde farkında olmadan bir de bakarız ki; un elenmiş, elek duvara asılmıştır. ‘Ah! Yaşlılık kapıya konacak şey değilsin ama geldin çattın işte. Daha çok şeyler yapacaktım. Tasarladığım şeylerin binde birini bile gerçekleştiremedim’ düşünceleri içinde üç mevsim geçmiş, kış gelip çatmıştır. Şöyle bir geriye dönüp bakarsın geçen ömür çok kısa gelir sana. Hani Âşık Veysel; “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece.” demiş ya; gündüz gece gittiğin, yolun ince olduğu doğru da uzun olduğu yanlıştır gibi gelir sana. Acaba gözleri kapalı olduğundan -sıkıcı bir film izlemiş gibi- ömrü büyük ozana uzun gelmiş olabilir mi?
Yaşlanınca; hiçbir gereksinimimizi karşılayamayız, öz bakımımızı yapamayız, düşünemeyiz, sorun çözemeyiz, yürüyemeyiz, üzerimize dökmeden yemeğimizi yiyemeyiz, çok soru sorarak etrafımızı bıktırırız. Yine bebeklik günlerimize, başladığımız yere geri dönmüşüzdür. O günlerde annemizi aramaya başlarız. O artık toprak olmuştur. Etrafımızdaki hiç kimsede size bakım sağlayacak annelik hormonu yoktur. Huzur evine gitmeyi düşünürsünüz az kalan aklınızla. Sonra;- tv de izlediğiniz- araba fırçası ve hortumla musluktan akan soğuk su ile kafaya vura vura banyo yaptırdıkları gelir uzsunuza da evlatların bakımına razı olursunuz.
Hayal kuramaz olunca, anılarla yaşamaya başlarsınız. Yaş biraz daha ilerleyince anılar da silinir hafızadan. Kalırsınız ortalarda hiçbir şey yapamadan, düşünemeden biçare…
Bel bükük, duvara dayana dayana yürürken yanınızdan yaşama yeni başlamış, yürümenin tadını yeni almış çocuklar geçer de; “baba bu nedir? Neden çok yavaş yürüyor? Nasıl da çirkin!” derken, çocuğun saflığı sizi bir an tebessüm ettirir. Günde sekiz on kez ziyaret ettiğiniz tuvalete gitmek bile eziyet halini alır.
Bakıp büyüttüğünüz evlatlarınız sık sık tekrarladığınız sorularınızdan, sorunlarınızdan, bölük pörçük anlattığınız anılarınızdan bıkıp sizden kaçmaya, birbirlerinin üzerine atmaya, hatta azarlamaya başlarlar.
Artık yaşam denen size sorulmadan başlayan serüven afet halinde gelmiştir. Yanınızda anneniz gibi çok ve sürekli kalsınlar, sadece size baksınlar, başka şeylerle ilgilenmesinler istersiniz ama kalamazlar. ‘Ağlamayana meme yok’ sözü gelir aklınıza; ağlarsınız anneniz gelmez. Artık bundan sonra ağlayana da meme vermezler. Zira onlar anne değil evlatlardır.”Para para para” dönemlerini yaşamaktadırlar. Tek düşündükleri; ‘acı çekmeden biran önce ölse de şu biriktirdiği malları bir güzel pay etsek’tir
Neşet Ertaş, üzerinde kaytan bıyıkları olan kalın dudaklarını kulağınıza yaklaştırıp, ”Yazımı kışa çevirdin, bak gözümde yaşa Leyla’m(Dünya’m), Viran oldu evim barkım…” türküsünü söyler de bir başka hüzünlenirsiniz…
Her nefis gibi ölümü tadarsınız. İmam sala verir sesi sonuna kadar açılmış cami hoparlöründen. Kimse salayı dinlemese de sonunda ölenin ismine dikkat kesilir; “Zümrüt mahallesine ikamet eden falan kişi vefat etmiştir. Cenazesi öğle namazının ardından…” Kahve müdavimlerinden tanıyan biri; “Allah rahmet etsin. İyi adamdı. Hani benim arkadaş Hulusi’yi tanırsınız onun babasıydı. Seksen yaşındaydı. Zaten sürünüyor, çocuklarına çok sorun oluyordu. Allah kurtardı.” diyerek toprağa girmeden kahve masasında gömülürsünüz. Okey oyunu kaldığı yerden devam eder sizin yaşam oyununuz sona ererken…
ahmet.kocak16@hotmail.com