Ahmet Koçak yazdı; BİR DAMLA MUTLULUK
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
Lisede okurken yaşadığım nüfus sayımı anımı yazıp paylaşmıştım. Emekli öğretmen, değerli dostum Çetin Bey, yazımı beğenerek okuduğunu, kendisinin de çok ilginç benzer bir anısı olduğunu söyleyince hemen kendisi ile buluşup anısını dinleyip yazmak istedim. Sakin bir yerde buluştuk. Çaylarımızı yudumlarken hemen sadede geldi. Başladı anlatmaya:
“Biz de -sanıyorum 1975 sayımıydı- lisede okurken nüfus sayım memuru olarak görevlendirildik. Bizim memleket dağlıktır. Çok da mahrumdu o yıllarda. Sarıkamış merkezden sınıf arkadaşımla beni uzak bir köye vermişlerdi. Köye doğru giden yola devlet yolundan geldik. Bizi getiren aracın sürücüsü:
“Yolun bitiminde bekleyin köyün muhtarı gelip sizi alacak” dedi. Biz patika yolun başlangıcında beklemeye başladık. Epey bir bekledikten sonra biri; atın birine binmiş, diğerini terkisine almış geldi. “Ula uşaklar sayım memurları siz misiniz yoksa?” derken bakışları ile bizi beğenmediğini sezdirdi. “Hadi binin atlara köye gidelim.”
Ben köyde büyüdüğümden kolayca bindim. Arkadaşım ilçe merkezinde büyüdüğünden ilk kez binecekti. Epey bir tedirginlikten sonra bindi. Adam arkadaşımın acemi oluşundan dolayı olsa gerek onun atının ipini önden çekmeye başladı. Dağın yamacında atın ancak üç ayağının sığacağı genişlikte, yukarıdan düşen ceviz, bilye büyüklüğünde taşlarla temelli tehlikeli hale gelen yoldan tırmanmaya başladık. Atın ayağı bir kaysa aşağıdaki uçuruma düşüp ölmek işten bile değildi. Neyse, korka korka, yüreğimiz ağzımızda akşama köye sağ salim vardık.
Altı metrekarelik giriş ile kapısı olmayan bir odadan ibaret evin girişine sofra tahtası koyup, haşlanmış patatesin yağda kavrulmuşu ile birer maşrapa ayrandan oluşan akşam yemeğimiz geldi. İlk lokmayı alınca patatesin tuz kıvırması olduğunu anlayıp ayrandan medet umarken onun da tuzlu olduğunu anladık. Hane halkının hepsi gelip gidip tuz mu atmıştı bu yemeğe? Gönülsüz yerken ev sahibimiz bizi ha bire yememiz için sıkıştırıyordu. Açız mecbur yiyeceğiz, adamın:
“Yiyin ha! Yoksa aç kalırsınız!” ısrarları sonunda tuzlu patatesle tuzlu ayranı midelere indirdik çaresiz de, bakalım sabah nasıl olacak?
Zaten çok yorgunuz. Yere serilen yataklara yattık. Adam da karısı ile içerideki kapısız odaya beş çocuğu ile yer yatağı serip yattılar. Gaz lambasına üfleyip evi ay ışığının insafına bıraktılar. Biraz sonra adam karısı ile iki üç metre ilerimizde sevişmeye başlamaz mı? Bizim yattığımız yerden gözüküyor. Adam bizi uyudu sandı herhalde. Bu durum bizi çok sıkıntıya soksa da duyduklarımızı duymazlıktan, gördüklerimizi görmemezlikten geldik çaresiz. Yanı başlarında yatan çocukları pek de umursadıkları yoktu. İkimiz de yediğimiz tuzlu yemekten dolayı tuz yalamış koyunlar gibi “su!” “su” diye sessizce meler vaziyetteyiz. Neyse, adam işini bitirdiği gibi yataktan kalkıp üzerimizden atlayarak dışarı ayakyoluna gitti. O dışarı çıkınca arkadaşım yavaşça:
“Ula Çetin alnıma sümüksü bir şey damladı.” dedi. Öyle sıkıntıdayım ki ona gülemedim bile. Adam işini bitirip benim üzerimden geçerken dona düşen son damla da- bacağında don olmayınca- benim yüzüme düşüp etrafa sıçramasın mı?
Adam geçti yerine yorganı açıp karısının koynuna girdi. Biz bir saat uyuyamadık. Susuzluk artık dayanılacak gibi değildi. Ben yavaşça:
“Dayı! Dayı!” dedim adam uyanıp:
“Ne var?” deyince:
“Dayı biz susuzluktan ölüyoruz. Allah rızası için bir bardak su yok mu? “dedim yavaşça.
“Amaan! Yeğenim ne suyu bu saatte? Şimdi kim kalkıp depodan su getirecek.” diye sokranarak kalktı:
“Siz de benimle gelin.” dedi. Kapıda yatan davar itini azarlayıp, kovalayarak bize yolu açtı. Adamın peşinden elli yüz metre gittik. Adam, sac kapağı gürültüyle kenara iterek açtı. Orada hazır olan saplı tası kolunu iyice ileri sokarak doldurduğu ilk suyu bana, ikinciyi arkadaşıma, üçüncüyü de kendine ikram etti. Biz birer su daha istedik. Memnuniyetsiz bir yüz ifadesiyle birer tas daha su verdi, içtik. Adamın peşinden; köpeğin tacizlerinden sakınarak eve kendimizi zor attık.
Bir ara ikimiz de uyumuşuz. Dolu mesanemin uyarıları ile uyandım. Yattığım yerden nereye, nasıl yapacağımı düşündüm. Dışarı çıkamazdım. Köpek vardı. İçeride zaten olmazdı. Elimi sağa sola sürerken alaca karanlıkta bir tas buldum. Baktım ilerde bir saksıda çiçek vardı. Tasa yapıp saksının dibine döktüm. Ardından arkadaşım uyandı o da aynı eylemi yanındaki başka bir tas ile yaptı. Ardından yatıp uyuduk.
Sabah adamın üzerimizden bu kez pantolonunu giymiş halde geçişi sırasında uyandık. Saksıya baktım; saksının etrafını oğul vermiş arı kalabalığında sinekler sarmıştı. Evdeki bütün sinekler saksıdaki; bizim bildiğimiz, ev sahibin bilmediği besinler için gelmişler, evi sinekten arındırmışlardı. Yataklar yüklüğe konacak ki, yer açılsın, yer sofrası kurulup kahvaltı edilsin. Akşamki sabıkalı sofra tahtası bizim yattığımız yatakların yerine kondu. Üzerine ekmekle yağda pişmiş yumurta vardı. Kadın içerden salınarak gelirken bize birer tas sıcak süt getiriyordu. O taslar bizim akşam içine bolca yapıp rahatladığımız taslardı! Evde içecek bir damla su olmadığından haberimiz vardı ve o tasların yıkanmadan süt doldurularak getirildiğinden emindik. Ne yapacaktık? Söyleyemezdik. Zaten söylemedik de. Ev sahibimiz çok hürmetli bir adamdı ve bizim sütü içmediğimizi görünce ısrarla içmemizi istiyordu. Adamı mı kıracaktık? Tabi ki o sütleri afiyetle içtik çaresiz.
Enfes kahvaltımızın(?) ardından devletin bize verdiği evrakları kolumuzun arasına sıkıştırıp kendimizi akşamdan beri kâbus yaşadığımız evden dışarı attık. Ben akşamki su içtiğimiz depoyu görmek istedim. Arkadaşımla gidip sac kapağı gürültüyle kenara çektim. İçine baktım ki; içinde onlarca kurbağa gürültüden, içeri bir anda giren ışıktan tedirgin olup sağa sola kaçışırken, onlardan ürken bin bir çeşit böcek de huzursuzlanıp etrafı sarmış yosunların arasına kaçışıyorlardı. Yosunlar da bu huzursuz ortama uyum sağlamışlar, sağa sola salınıyorlardı. Suyun rengi yeşil ve içine kül atılmış gibiydi. Hemen kapağı kapatıp oradan hızla uzaklaştık.
Aynı hızla köyü saymaya başladık. İkindi vaktinde tüm köyü saymış, doldurmamızı istedikleri defterin sayfalarını yazıyla doldurmuştuk. Aynı atlarla aynı korku dolu serüvenli yolculuğu tekrar yaparak devlet yolunda muhtardan ayrıldık.”
İnsan çocukluğundan beri böyle olaylar yaşar da kalender, olgun bir insan olmaz mı? Çetin Beyin güzel Türkçesi ile anlatımını duysanız iki kat fazla zevk alırdınız anlattıklarından. Kendisi ile anlaştık. O bana anılarını anlatacak ben de yazıp paylaşacağım. 02.02.2020 (Çıtalı Uçurtma kitabımdan)
ahmet.kocak16@hotmail.com.