Ahmet Koçak yazdı; EVLER DE ÖLÜR-2
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
Bursa’da bir arkadaşım emekli ikramiyesi ile bir tarla alıp, ekip biçip vakit geçirmek maksadıyla Kestel’in köylerinde araştırmaya başlamıştı. Çocuğunu okuttuğu zengin bir velinin köyüne gittik birlikte. Köy mübadelede gelen bir göçmen köyüydü. Köyün dışında bir tepeye yapılmış, velinin evine doğru tırmandık. Adam tepenin köye kuş bakışı bakan, yaklaşık olarak on dönümlük alanı çevirmiş en tepesine üç katlı görkemli bir villa yapmış. Villanın önü çeşitli meyve ağaçları ile doluydu. Tepe, kel bürokratların kafasına benzemiş, ormanlarla kaplı tepenin on dönümlük yerini tıraş ettirip, gerilerde ve kulak arkalarında ormanı bırakmış; evinden bakınca aşağıda köy ayaklarının altında ve karşıda ormanlarla, derelerle dolu müthiş bir doğa manzarası gözüküyordu.
Bizi iyi karşılayıp bahçedeki büyük bir ceviz ağacının gölgesindeki kamelyaya buyur ettiler. Arkadaşım beni ev sahibiyle tanıştırdı; “Bursa’nın ilk sanayici, büyük iş adamlarından Fehmi Bey.” Fehmi Bey her zengin adam gibi göbek büyütmüş, varsıllığın verdiği özgüveni de üzerine giyinmiş; işçilerine, çalışanlarına bakmaktan alıştığı üzere bize tepeden bakan biriydi. Adam zaten tepenin başında oturuyor, kendi köyüne bile tepeden bakıyor, kaldı ki bize…
Ha bir de, bu zenginliği boşa gitmesin herkes görsün ve imrensin isterdi her varlıklı gibi. Evine çok gelen giden olsun o da ballandıra ballandıra; hayata sıfırdan başlayıp buralara kadar nasıl geldiğini anlatmak, takdir edilmek isterdi doğal olarak. Arkadaşım öğrencisi olan çocuklarını sordu o da
“Valla hoca okulu bitirip makine mühendisi oldular. Ben emekli olup işi onlara bıraktım. Burada son demlerimi yaşıyorum.” Tarla fiyatları, ne kadar parası olduğunu falan sorduktan sonra, hocanın oncağız para ile tarla alsa ev, ev alsa tarla alamayacağına kanaat getirerek konuyu değiştirmek için,
“ Hanım bak misafirlerimiz geldi. Getir bakalım Allah ne verdiyse ikram edelim” dedi. Vaziyete göre eli açık birine benziyordu Fehmi Bey. Hanımı bahçede kurulu, sürekli yanan, üzerinde her zaman çayı hazır haldeki kuzineden tepsiyle bir çörek alıp eldivenle oturduğumuz masaya bırakıp çayları doldurmaya gitti. Kadının halinden misafirlerinin hiç eksik olmadığı ve yardımcı kadınlarla birlikte sürekli yemek hazırladıkları belliydi. Adam da çok zengin olunca itiraz etmek gibi bir lüksü de yoktu. O da çocuklarının öğretmeninin iyiliklerini anlattıktan sonra büyük bir siniyi yardımcısı ile tutup masanın üzerine bıraktı. Sinide çeşitli peynirler, zeytinler, tereyağları, reçeller, salamlar, sucuklu yumurta, domates, salatalık, biber, kahvaltılık ezme vs. vardı. Fehmi Bey, iri tombul elleriyle tuttuğu bıçakla on santim kalınlıktaki çöreği kesmeye başladı. Çöreğin içi patates, domates ve patlıcan doldurulmuştu.“Demek insan çok zengin olunca böyle içi dolu çörekler yiyormuş” diye geçirdim içimden. Buharı çıkan enfes çörekten koparıp çeşitli kahvaltılıklarla yemeye başladık. Ben sade o çöreği iştahla yer, başka da bir şey istemezdim ya neyse…
Biz yiyoruz adam yemiyor. Arkadaşım ısrar edince Fahmi Bey:
“Hoca şekerim var yiyemem, yiyeni severim” dedi. Öyle deyince aklıma Vehbi Koç geldi. Bu adam da Bursa’nın Vehbi Koç’u sayılır. O da yiyemezdi. “Zengin olsan ne olacak. Aha Vehbi Koç Türkiye’nin en zengini yediği haşlanmış patates.” derlerdi. Bir televizyon programında Vehbi koç çıkmıştı. Belki sizler de o programı anımsarsınız. Demişti ki:
“Ben sabah namazında uyanırım. İş yerine gider öğleye kadar çalışırım. Öğleyin yemekten sonra bütün randevularımı iptal ettirip bir saat şekerleme yaparım. Akşam eve geldiğimde az yemek yerim. İki rekât namaz kılarım. Akşam çayından sonra iki kadeh şarap içer, yatarım.” Ben de o programdan sonra, “benim Vehbi Koç’tan ne eksiğim var?” deyip, saydıklarından sadece öğle uykusunu uyumaya başladım. Diğerlerini yapmaya ekonomik gücüm yetmezdi. O yıldan beri düzenli bir saat öğle uykusu uyurum.
Epey bir zaman sonra Fehmi Bey benim orada olduğumu, ilgilenmesi gerektiğini düşünerek olsa gerek,
” Hoca sen hangi mahallede oturuyorsun?diye sordu.
“Bahçelievler’de” dedim. Ortak bir yanımızı yakalamanı sevinciyle gözleri parlayarak;
“Ev senin mi? Kimin evidir eskilerden?diye sordu ben de evin benim olduğunu,Celep Hüseyin’in çocuklarından iki yıl önce aldığımı söyledim.(Dikkat ettiyseniz Fehmi Beyin sözleri kalın siyah yazıldı. Varsıllık yazıda bile kendini gösteriyor.)
“Öyle mi? Celep Hüseyin’i iyi bilirim. Çok iyi bir insandı. Hatta onun çocuklarına benim fabrikada iş vermiştim. Haylazlar zor diye çıkmışlardı. Benim de Bahçelievler’de, Göğüs Hastanesi’ne yakın bir evim var. O evin hikâyesini anlatayım size; bizim köy mübadeleden sonra kuruldu. Gencim o zamanlar. Fakirlik de var. Askere gidende kadar şimdiki işimizi yapan bir fabrikaya işçi olarak girdim. Kısa sürede işi kavradım. O sırada devlete bir dilekçe verdim. Bekârım, evim yok. Bana ev için arsa ve para verin, dedim. (Ben devletten ev, arsa istendiğini bilmiyordum. Yıllarca kirada oturdum da devlete bir dilekçe vermek aklımın köşesinden geçmedi. Adama bak; devletten ev istemiş.) Sonra askere gittim geldim. Çalıştığım fabrikada öğrendiğim iş benim mesleğim oldu. Birkaç yıl çalışıp para biriktirdim. Bir yer kiralayıp küçük bir atölye kurdum. Allah ‘yürü ya kulum’ dedi beş yıl sonra iyice işi ilerletip ben de bir fabrika kurdum. On yıl sonra devletten bana bir yazı geldi…
(Devam edecek)