Ahmet Koçak yazdı; HIZLI YAŞADIM-1
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
Köyümden ilçeye dört km yaya yürüyerek liseyi bitirdim. Kimi zaman soğuktan, kimi zaman yağmurdan, kimi zaman kardan, kimi zaman da karşıdan esen tipiyi yara yara, hızlı hızlı yürüdüm. Geç kaldığım günlerde de okula yetişmek için hızlı yürümem, hatta koşmam gerektiğinden dolayı hızlı yürüme ve telaşlı yaşama alışkanlığı kazandım.
Bazen arkadaşlarla yürürken beş metre ileri gittiğimi görüp hızımı azalttım. Gruba uydurmakta zorlandım. Yürümem ne kadar hızlı tempoda ise, konuşmam aksine yavaş tempodadır. Kimi uzmanlar; ‘dakikada yüz elli sözcükten az sözcükle konuşursanız anlattıklarınız insanlar tarafından pek anlaşılmaz’ derler. Ben konuşma hızımı ölçtüm dakikada yüz kelimeyi geçmiyor. Bu tespit çocuklar için geçerli değilmiş. Bu durum sınıf öğretmenliğimde çok işime yaradı. Yani mesleğimde zarar yerine fayda sağlamış. Yetişkinler ise beni dinlerken etrafa bakıyorlardı. Demek ki beni anlamıyorlarmış. Bir de hızla kapı açma alışkanlığı edindim o telaşlı geçen öğrencilik yıllarımda.
Bursa’da alış veriş için bir mağazaya girdim. Biraz konuştuktan sonra mağaza sahibi,
” Ya arkadaş sen Yozgatlı mısın?” diye sordu. Ben de;
“Nereden bildin Yozgatlı olduğumu? Şivemden mi?”
” Hayır. Şivenden değil de yavaş yavaş konuşmandan anladım. Yozgatlılar sizin gibi yavaş yavaş konuşurlar.” demesin mi? Adamın tespiti karşısında hayretler içinde kaldım. Demek ki biz Yozgatlılar dakikada seksen- yüz kelime ile konuşuyormuşuz.
Hızla kapı açma alışkanlığımdan dolayı da çok kazalara neden oldum. Bir okula yani atandığımda kendimi,
“Arkadaşlar adım Ahmet Koçak. Yozgatlıyım. Çok hızlı kapı açarım. Sizden ricam ben gelmeden kapı arkasında durmayın. Maazallah sizi duvara yapıştırırım!” diye tanıtırdım öğretmenlerin şaşkın bakışları arasında. Kendini bu şekilde tanıtan Türkiye’deki tek kişi ben olmalıyım.
İlk sınıfıma girince de,
“Çocuklar adım Ahmet Koçak. Sizin yeni öğretmeninizim. Çok hızlı kapı açarım. Sakın kapı arkasında durmayın.” diye çocuklara da tembihte bulunurdum. Artık benden günah gitmiştir…
Teneffüs zili çaldı. Her zamanki gibi hızlı adımlarla öğretmenler odasına doğru çayımı ve sigaramı içmek için gittim. O sırada; pedagojik formasyonu tam, kendine güvenen, çocuklara en güzel eğitimi verdiğine inanan, sınıfında tatlı bir otorite kurduğu ile övünen, çok başarılı bir öğretmen olan Aylin Hanım kapı arkasındaki dolabını çömelmiş bir vaziyette karıştırırken ben kapıyı hızla açtım ve kapının arkasından kedi miyavlamasına benzer seslerle takırtılar tokurtular duydum. Eyvahlar olsun! İlk kazamızı yaptık! Hemen kapıyı kapatıp;
“Hocanım ben size tembih etmiştim. Ben gelmeden kapının arkasında durmayın diye. Vah vah vah! Bir yeriniz acıdı mı? “ derken elinden tutup kalkmasına yardım ettim.
Kadın acılar içinde kıvranıyor. Nerede o koridorlarda kendine güvenli, emin adımlarla, saçlarını savura savura yürüyen, topuk sesleri mahalleden duyulan Aylin Hanım? O gitmiş yerine gariban, zavallı, acılar içinde topallayarak sandalyesine yarım saatte gidebilen, biçare Aylin Hanım gelmiştir. Ben ne kadar özür dilesem de acılarında zerre azalma olmuyor. Bir ara ağzından fısıltı halinde;
“Sevk alıp doktora gitsem rapor mu alsam acaba?” dediğini duydum. Baktım nöbetçi öğretmenler hariç kadro tamam. Tam da fırsat eğitimi fırsatı çıkmış; eğitimciliğimi konuşturuyorum;
”Arkadaşlar gördünüz işte! Bir musibet bin nasihatten yeğdir. Ben gelmeden kapı arkasında durmayın lütfen!” diyerek bir kez daha arkadaşları uyardım. Aylin Hanım’ın halini görenler,
‘Umarız unutmayız da Aylin’in durumuna düşmeyiz’ bakışları ile etrafa bakıyorlar.
Kapı koluna basmamla ‘çaaaat!’ diye çıkan sesten, içeride oturup çayını yudumlayanlar korkudan sıçrayıp çayı üstüne döker, hepsi irkilir, çoğu da damağını çekerek benim hızlı kapı açmamı protesto ederdi.
Kapı arkasında işi olanlar bakar ki ben odada başköşede her zamanki yerimde oturuyorum. “ Ahmet Bey buradaymış. Dolabımdan bardağımı alıp bir çay doldurayım” diyerek benim kötü mizacımı yüzüme vururlardı.
Çalıştığım bütün okullarda büyük öğretmenler masasının kapıya uzak başköşesinde otururdum. Bazı arkadaşlar yanlışlıkla yerime oturur, ben gelince mahcup mahcup başka bir yere geçerlerdi de beni de mahcup ederlerdi. Herkesi gören, herkes tarafından görülen yerleri severim. Yüce Rabbim beni yönetici olsun, büyük adam olsun diye yaratmış ama bende iş yokmuş. Bir türlü öyle adam olamadım. Doğrusu olmak için de bir çabam olmadı. Hep;
” Öğretmenlik mesleği ihtisas mesleğidir. Öğretmenlikten daha yüce başka bir makam yoktur.” diye kendimi teselli etmişimdir.
Okul müdürü ve yardımcılarını uyarmaya gerek duymazdım. Çünkü hızlı adımlarla odalarına gelip kapıyı vurduğumdan, -o sıradaki kısa sürede düşünme fırsatı bulmamdan – kapılarını yavaşça açardım. Bütün bu talihsiz olaylar kapıyı vurmadan girdiğim odalarda yaşanırdı. (Devamı yarın)
ahmet.kocak16@hotmail.com