Ahmet Koçak yazdı; İKİ AVUÇ LEBLEBİ
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
“1945 doğumluyum. Anadolu’nun ücra ve yoksul bir köyünde, beş çocuklu bir ailede geçti çocukluğum. Bizim kuşak söze başlarken; “çocukluğum yokluk, yoksulluk içinde geçti” diye başlar. Ben de onlardan geri kalmayayım; çocukluğum yoksulluk içinde geçti, diye başlayayım sözlerime. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerinin hâlâ sürmekte olduğu yıllar… İnönü Kuşağı da sayılırız biraz.
Babam çok sert bir adamdı. Kabadayı gibiydi. Tüm köylü çekinirdi ondan. O nedenle köyden kimseden bir fiske yemedim. ‘Siz dövmeyin oğlumu ben sizin yerinize de döverim’, der gibiydi. Köy içinde özgür, evde esir gibi büyüdüm.
Tarlalarımızdan çıkan buğday yetmezdi. Her şeyi idareli kullanmazsak aç kalırdık. Bul sulu olurdu yemeklerimiz ki; ekmekle doyalım. Nohut ekerdik tarlanın birine. Çıkan nohutların yarısını satar gaz, tuz gibi şeyler alırdık. Bir kısmını da leblebi yapardı anam.
Köyde bir davulcu ve bir zurnacı vardı. Civar köylerdeki düğünlerde çalarlardı. Bayram günleri davul zurna çalarlar, tüm köylü halay çekip, oyun oynayarak kutlardı bayramı. Bir bayramda tarlada babamla çalışıyoruz. Davul zurna sesi beni çağırıyor ama babam izin vermiyor. “Git eşeği al getir” dedi. Eşek bahanesiyle köye kaçtım. Eğlenceye katıldım. İlkokul ya dört, ya beşteydim. Eğlence bitti. Köyde aylak aylak gezerken babam beni kuyunun başında yakaladı. Başladı elindeki sopayla vurmaya. Öldüresiye dövüyor, hırsını alamayıp beni ayaklarımdan tutup kuyuya baş aşağı sarkıtıyor, kimse elinden alamıyordu. Halam geldi.
“Abi ne yapıyorsun? Çocuğu öldüreceksin!” dedi. Onu azarladı. İtti düşürdü. Annam geldi ona da bir iki sopa vurdu. Anam öksüzlükte büyüdüğünden çok yufka yürekli, iyi bir kadındı. Başladı çaresizce ağlamaya. Bu zulme yüreği dayanamamış olmalı ki komşu Âdem’e yalvardığını;
“Âdem abi Allah’ını seversen tüfeğini bana ver. Şu adamı öldürüp, çocuğu elinden kurtarayım.” dediğini duydum o dayak arasında. Yorulunca bıraktı. O dayaktan sonra bir hafta yattım. Çok dayağını yemiş, artık kanıksamıştım ama bu seferki çok fenaydı.
Kış geldi. Havalar iyice soğudu. Anam, yakındaki dereden hayvanlara su getirmemi istedi. Buz tutmuş derenin buzlarını kırıp su doldururken yanıma uzun boylu, yamalı, kalın paltolu bir adam geldi. Adamın yüzüne baktım; sakalları ve bıyıkları mercimek büyüklüğünde buzlarla kaplanmıştı.
“Yeğenim üç gündür bir şey yemedim. Köyden de kimse bir şey vermedi. Buraya en yakın köy ne tarafta?” diye sordu. Çok acıdım avurdu avurduna çökmüş adama. Aldım korka korka bizim eve götürdüm. Anama durumu anlattım. Dedim ya çok yufka yürekli, yoksulluk içinde büyümüş bir kadındı. Acıdı adamı içeri aldı. Sobanın yanında dizili tezeklere oturttu. Hazırda olan leblebilerden iki avuç verdi, can versin diye. Adam ısındıkça yüzündeki buzlar eriyip damla damla akmaya başladı. Biraz sonra zavallı adam bayıldı yere düştü.
Babam da ahırdan geldi yüzüne su falan sürüp ayılttılar. Çarığının altı delinmiş, aynı yerden çorabı da yırtılmıştı. Ocağa çorba koydu anam. Çorba pişene kadar evde olan derilerden hemen bir çarık dikti. Uzun adam çorbasını içti kendine geldi. Evde verecek pek bir şey yoktu. Anam biraz ekmek ve tüm ceplerine bolca leblebi doldurdu, yolcu etti.
İlkokulu orta dereceyle bitirdim. İlçede ortaokul okuyacak varlığımız yoktu. O zamanlarda yatılı okumanın en yaygın yolu öğretmen okullarıydı. Öğretmenden bilgi aldım sınavlara katılmak istedim. Babam para vermedi. Anama ağlayınca dayımdan beş lira para aldı. Beş lira ancak sınava gidip dönmeme yetiyordu. Köyden yirmi beş km yürüyerek ilçeye gittim. Bir minibüsle de ile gittim. Kahvede sabahladım. Sabahtan beri hiçbir şey yememiştim. Bir adam bana acıdı evden dürüm getirdi. Bir de çay söyledi. Ertesi günkü sınava katıldım. Kazandı haberi geldi. Anam yol parasını borç harç buldu, verdi. Babam hiç yardım etmedi. Öğretmen okulunda altı yıl okudum bitirdim. Okumamı istemeyen babam benimle övünmeye başladı. Bir gün:
“Sana falanın kızını alalım” dedi. Kızı hiç görmemiştim. Çeşmede su doldururken yanına gittim, konuştum; “seni istetsem bana varır mısın?” diye sordum “babam bilir.” dedi.
Neyse uzatmayayım, evlendim ve atandığım Muş’a gittik karımla birlikte. Türkiye’de dolaşmadığım vilayet kalmadı ve İstanbul’da çalışırken emekli oldum.
Benim oğlan iş yerinde çalıştığı bir kıza tutulmuş. Kızın haberi yokmuş. İşyerinde konuşmaktan başka aralarında bir şey olmamış. Sevdiğini falan söyleyememiş. Babasına hiç çekmemiş kerata. Anasına söylemiş. Kızın evini öğrendik gidip istedik, vermediler. Oğlan istiyor, o kızdan başkası olmaz, diyor. Evlat bu insan dayanamıyor. Bir daha haber saldık kız evine. Yine gittik. Sağdan soldan, soğuk soğuk konuşurken içeri uzun boylu, beli büküşmüş yaşlı bir adam girdi. Tanıttılar; kızın dedesiymiş. Yaşlı adam memleketimizi, köyümüzü falan sorunca dikkatle adamın yüzüne baktım ve tanıdım. Anamın çarık diktiği adamdı. Olanı biteni anlattım. O da beni anımsadı. Aileyle aramızdaki buzlar, adamın sakallarında eriyen buzlar gibi eridi. Oğluna:
“Oğlum, hani sana ceplerimle leblebi getirmiştim ya o leblebileri bunlar vermişlerdi. Bu adam ve annesi merhametli insanlardır. Merhamet güzel bir duygudur ve evlatlara da geçer. Siz yabancıdır, tanımıyoruz diye kızı vermediniz biliyorum. Ben bunlara kefilim.” dedi.
Kızın dedesi kefil olunca her şey kolaylaştı. Oğlanı evlendirdik. Kirada olan daireyi onlara verdim. Şimdi karı koca çalışıyorlar. Bana da torunları sevmek kalıyor. Geline sık sık takılırım:
“Kızım ben seni oğluma iki avuç leblebiye aldım,”diye”
ahmet.kocak16@hotmail.com