Ahmet Koçak yazdı; İKİZLER
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
İkiz öğrencilerim oldu. İlk başlarda adlarını şaşırsam da zaman içinde farklı yönlerini keşfettikten sonra şaşırmadan adlarını söylerdim. Bu çocuklardan birinin yüzü diğerine göre biraz ufak oluyor. Akademik başarıları da eşit gibidir. İlk doğan biraz daha başarılı oluyor. Yazılıları okurken adlarına bakmadan okurdum. Bitirdiğimde ikizleri merak eder, puanlarına bakardım. Birbirine yakınsa ellemezdim. Arada üç beş puan fark olur da pekiyiden iyiye düşerse; hemen üç beş puan daha verir, ikisinin notlarını yaklaştırırdım. Birbirleriyle zaten rekabet halinde olan ikizlerin rekabetlerine benzin dökmeye ne gerek var değil mi?
Geçenlerde Ali ve Mustafa adında ikizle karşılaştım. Kahvede çay içiyorlardı ve birbirlerine çok benziyorlardı. Kalktım yanlarına gittim. Tek yumurta ikizleriymiş. Dediğim gibi Ali’nin yüzü Mustafa’nınkinden çok az küçüktü. Mustafa, Ali’ye göre daha gürbüzdü. Çocukluklarından beri de öyleymiş. İkisi de memur olmuş ayrı kentlerde çalışıyorlarmış.
“Sizin çocukluğunuz çok ilginç geçmiştir. Ne birlikte, ne ayrı duramazsınız bilirim. Bana yaşadıklarınızdan biraz anlatır mısınız?” dedim. Mustafa anlatmaya başladı:
“Lisede okurken Ali benden biraz güçsüzdü. Hayvanlarımız vardı. Hayvanların bakımını yenilen yapsın diye tavla oynardık. Her zaman beni yener, tezekleri dışarı attırır, hiç de yardım etmezdi, yendi ya… Hayvanların altını temizler el arabasıyla gübreliğe taşırdım atıkları. Kışın yerler çamur olur, çamur el arabasının tekerini sarar, hareket etmesini engellerdi. Ensemi dışarı çıkara çıkara, bin bir zorlukla taşırdım. Bir değil beş değil hep ben çalışırım o, sıcacık odanın penceresinden bana gülüp dururdu. Oynarken takip etmeye başladım tabii. Meğer kapıdan kim girse pencereden dışarı bakmamdan faydalanıp taş çalarmış. Bir daha oynamadım ve sırayla atmaya başladık tezekleri.”
“Ali sen de az değilmişsin! Bedensel olarak güçsüz olman doğal olarak IQ’nü biraz yükseltmiş, dengelemişsin.” dedim. Bu kez Ali aldı sözü:
“Mustafa bana göre fizikken güçlüydü. Bedence gelişemeyince hile yoluna başvurmam doğal değil mi? Ben buna çok şeyler yaşattım. Bir gün oturuyoruz; pencerenin önüne bir arı geldi kondu. Gittim buna çaktırmadan iğnelikten bir toplu iğne aldım. Arının kafasına hafif dokundum. Arı sırt üstü döndü daireler çizerek dönmeye, sokacak adam aramaya başladı. Köy çocukları iyi bilir; arıyı kızdırdın mı, hele de sırt üstü döndürdün mü mutlaka birini sokar. Mustafa tehlikeyi anladı kaçtı. Ben de peşinden gidip iğneyi kaba etine batırdım. “Anam! Vallahi beni arı soktu!” deyip pantolonunu “cıvv” diye aşağı indirdi. Arının soktuğu yeri aramaya başladı. Aklıma geldikçe halen gülerim o haline.” Mustafa söze girdi:
“Doğru hocam, geri içeri girdim. Arının pencerenin önünde dönmeye devam ettiğini görünce meseleyi anladım ve bunu kovalamaya başladım.
Ali’nin eli tamirciliğe çok yatkındı. Bizim eski bir ütümüz vardı her zaman bozulan. Rezistansı sık sık yanardı. Ali tamir ederdi onu. Bir gün ütüyü tamir etmiş. Prize sokup denemek istedi. Fişi sokunca “Çaat!” diye bir sesle kıvılcımlar çıktı. Sigorta attı. Ali korktu, sıçradı. Ben onun haline güldüm tabi. Kim gülmez? O sinir ve korkuyla bana saldırdı. Kaçtım kurtuldum. Tuttuğunu koparan bir kişiliği vardır. Ütüyü tekrar tamir etti fişe sokacağı sırada bu kez ben oturduğum yerden “Çaaat!” diye bağırdım. Yine korktu, zincirleme sıçramalar arasında yine bana saldırdı. Böyle zamanlarda kapıya yakın oturur kendimi dışarı atar kurtulurdum.
Başka bir gün yine tamir etmiş. Ütüyü onarmanın mutluluğu ile fişi soktuğunda dayanamadım yine “çaat!” diye bağırdım ve kaçtım. Bunu yapmak çok hoşuma gidiyordu. Bu şekilde en az on kez korkuttum onu.” Mustafa’yı dinleyen Ali;
“Doğru, çok korkuttu beni ama son tamirde benim onu korkuttuğumu anlatmaz. Hadi onu da anlatsana?”
“Sen anlat. Ben o olayı anımsamak istemiyorum.” Ali kahkaha ile gülerek:
“Şimdi hocam yine ütüyü tamir ettim. Fişe takmadan önce uyardım. “Tamam, tamam bağırmayacağım, söz.” dedi. İyi bir huyu vardır; söz verdi mi yerine getirir. Fişi sokarken aklıma geldi, “çaat!” diye bu kez ben bağırdım. Bu sedirde oturduğu yerden havaya zıpladı. Bu kez de ben güldüm.”
“Ne kadar güzel bir çocukluk geçirmişsiniz. Şimdi yine muhabbetiniz eskisi gibi mi?” diye sordum. Mustafa: “Ne gezer, evlendikten sonra pek görüşmez olduk. Telefonla bile görüşmüyorduk. Ben çok özledim de Bursa’ya onu görmeye geldim.” dedi. Üzüldüm.
İkisinin de yüzünü İç işleri bakanının gazetecinin yüzünü okşadığı gibi okşadım. Onları baş başa bırakıp ayrıldım.
ahmet.kocak16@hotmail.com.