Ahmet Koçak yazdı; İNCİR AĞACI
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
Bursa’ya tayinim çıktı. İlk kez taşradan batıda bir ilde çalışmanın sevinci ve heyecanı içindeydim. Yeni çevre, yeni arkadaşlar, yeni öğrenciler…
Öğretmenlerin dil ucu ile “hoş geldiniz” leri ile kendimi; naklen gelmiş, okul bahçesinde kanadı kırık kuş misali yalnız öğrenci gibi hissettiğim bir durum yaşıyordum. Naklen gelen, gariplik çeken çocukları teneffüste izler, sosyal bir öğrenciyi yanıma çağırır;
“Yeni gelen Fatma’yı da oyuna alın, birlikte oynayın” dememle çocuğun uyum sağlamasını sağlamam gibi sınıfa naklen gelen öğrencinin ürkekliği üzerimde. Elbet benim ürkekliğimi alacak biri çıkardı bu kadar öğretmen içinden. O biri Talip öğretmen olacaktı.
Talip bey emekliliğini çoktan doldurmuş, uzatmaları çalışıyordu. Görmüş geçirmiş bir hali vardı ve benimle yakın olmaya, okula uyum sağlamama yardımcı olmaya çalışıyordu. Bir gün öğretmenler odasında sohbet ederken;
“Bizim oralarda hiç incir ağacı yoktur. İncirin meyvesini pazarda kuru incir olarak gördüm ve yedim. Dalından kopararak hiç taze incir yemedim.” deyince Talip Bey:
“Ahmet öğretmenim, benim evin bahçesinde siyah bir incir ağacı var. Meyveleri de olgunlaştı. Okul çıkışı birlikte gidelim de şu ahir ömründe dalından incir kopar da ye.” dedi. Sağ olsun.
Okul çıkışı yürüme mesafesindeki evine gittik. Bahçe içinde iki katlı evi vardı. Alt katında kızıyla damadı, üst katında kendisi karısı ile bir Köroğlu, bir Ayvaz misali oturuyorlardı. O, evinin incir ağacına bakan balkonundaki sekiye okul yorgunluğunu atmak için oturdu. Ben de dalına kolay çıkılsın diye dallarını yana uzatmış incir ağacına çıktım. İlk meyveyi koparıp ikiye böldüğümde; uzun beyaz baloncukların kırmızı iplikçiklerle kenara ve ortaya bağlanan ve aralarında bal renginde, bal koyuluğunda şekerli sıvı olan meyveyi yemeye başladım. Birkaç meyve yedikten sonra geniş yaprakları aralayıp balkona baktığımda Talip hocanın şekerlemeye başladığını gördüm. Şimdi ne olacak? Onu uyandırmaya kıyamam, üç meyveden sonra doydum. En iyisi ağaçta kalın bir dal bulup oturarak etrafı seyretmek. Bir meyve daha koparırken dalı kırıldı. Dalın kırılan yerine baktığımda ortasında boşluk olduğunu gördüm. “Ocağına incir ağacı dikmek” deyimi üzerine okuduklarım aklıma geldi. İncirin dalları kalın gibi görünse de ortadaki boşluktan dolayı dayanaksız ve çabuk kırıldığı için dalına çıkanı yanıltıp kolayca kırılarak yere düşmelerine neden oluyormuş da ondan o deyim ortaya çıkmış.
O sırada zor durumda kaldığımı sezen elli yıllık incir ağacı dile geldi, konuşmaya başladı. Ben de sıradan bir olaymış gibi hiç garipsemeden onun anlattıklarını dinlemeye başladım:
“Ahmet öğretmen sen Talip hocayı benden iyi tanıyamazsın. Beni daha ev yokken bu arsaya dikti. O gün bu gündür bu evde yaşanılanların tanığıyım. Dilersen sana anlatayım. Zaten dilemesen de dinlemen gerekiyor.
Bu arsayı aldı. Tek maaşından biriktirdiği paralarla evin ilk katını borç harç yaptırıp oturmaya başladı. İkinci katın yapılmasına beş yıl para biriktirerek ancak başlayabildi. Üç kız, iki oğlu vardı. En büyükleri olan oğlu çok başarılı bir çocuktu. Kızlarının okumaya pek hevesleri yoktu. Zaman içinde kızların hepsini evlendirip yuvadan uçurdu. Küçük oğlu ortaokuldan sonra okumadı, araba sevdası onu motor tamirciliğine yöneltti. Okuluna devam eden ağabeysinden önce evlenip alt kata oturdu. İstanbul’da Alman Dili Edebiyatı bölümünü bitiren büyük oğlu Samet, iki yıl Nevşehir’de öğretmenlik yapmasının ardından Bursa’ya geldi. Kitap okumaya pek meraklı oğlu; asosyal bir yapıya sahip, evde bol bol kitap okur, evden okula gider gelirdi. Babası ve annesinin etraftan buldukları kızlarla evlenmesini istemelerine kayıtsız kalır, kendisi kız arkadaş bulmaz, evlenme konusu açılınca hırçınlaşır, evlenmek istemediğini söylerdi. Ailesi akranlarının evlenip çoluk çocuğa karıştığını söyleseler de o taraklarda bezi yoktu. Her anne baba gibi bu durumu sıkıntı haline getiren Talip hocanın “sabırla koruk helva olur.” misali beklemekten başka çareleri yoktu.
Bir gün evden feryatlar duydum. Evde uzun yıllar sürecek bir matemin başlangıcıydı bu yükselen feryatlar. Araba sevdası üç yıllık evli iki çocuğu olan küçük oğlunu bir trafik kazasında alacaktı ellerinden. Taze gelin, iki çocukla nereye gidecekti? Uzun matemlerin ardından karı kocanın aklından gelini başka kocaya vermek ürkütüyordu. Gelini çok hoş tutuyorlar, başka kocaya gidip torunlarını elin eline bırakmak istemiyorlardı. Tek bir çare vardı. O çare ise, çaresizlikten daha zordu.
Karı koca bir akşam; akıllarından geçirip de dile getiremedikleri çözümü dillendirdiler. Gelini oğullarına nikâhlamaktan başka çare akıllarına gelmiyordu. İkisinin ortak görüşlerini bu akşamdan tezi yok Samet’e söylemeliydiler. Pijamaları ile salona geçip, kitap okuyan Samet’e durumu münasip bir dille anlattılar. Onları sessizce dinleyen Samet hiçbir tepki vermedi. Onlar konuştu, o dinledi, halıya baktı durdu. Onun bu sessizliğini iyiye yorarak; “sükût ikrardan gelir” rahatlığı ile oğullarını kaybettiklerinden beri ilk kez deliksiz ve uzun bir uykuya daldılar.
Her sabahki gibi kahvaltıyı hazırlayan Feraye Hanım Talip’in kapısını vurdu. Karısı içeri girdiği gibi Talip Bey, karısından o güne kadar duymadığı bağırtı ve feryatları ile sesin geldiği odaya doğru koştu. Odada gördüğü manzara karşısında; karısının devam eden feryatları, dışarıdan gelen tüm sesler sustu olduğu yere çöktü. Bir kez daha Samet’in boşlukta sallanan ayaklarına baktığında ancak gözlerinden yaşlar süzülerek halıya doğru akmaya başladı. Yere damlayan gözyaşlarının halıyı lekelediğini düşünerek ellerini dua eder vaziyette açarak gözyaşlarının ellerine damlamasını izledi bir süre…
“İkinci felaket üzerine çok dedikodular üretildi. Yengesi ile evlenmeye zorlamak Samet’in kendisini asmasına neden olduğunu söyleyenler olduğu gibi, kadınsı tavırları nedeniyle erkekliğinin olmadığından dolayı intihara sürüklendiğini söyleyenler de oldu. Gerçek nedeni de Samet’le birlikte gitti.” diye son sözlerini söyleyen yaşlı incir ağacına çıkıştım;
“Seninki de tam; “kaşıkla verip, sapıyla geri çıkarmak.” oldu. Yediğim meyveleri boğazıma dizdin” diyerek dalından indim. Merdivenleri çıkarken topuklarımı vurarak çıktım ki Talip Bey uyansın. Talip Bey uyandı,
“Ahmet Bey iyice yedin mi? Gel sana rahmetli oğlumun kitaplarını hediye edeyim. Elin boş gitme. Biliyorum okumaya meraklısın. O kitapların kıymetini sen bilirsin. Ben artık okuyamıyorum.” dedi. Ben de ona acıklı öyküsünü anlattırarak acısını tazelemek istemediğimden verdiği iki poşet dolusu kitabı arabaya taşıyarak ayrıldım.
Bir ay içinde kitapların hepsini okuyup bitirdim. Samet’ in okurken kurşun kalemle ok çıkararak yazdığı notlar daha çok ilgimi çekti. Bir kitapta okla yazdığı notu onun intihar nedenini açıklıyordu. İki nedenden biri bu ipucundaydı. “Ben neden her erkek gibi kadınlara ilgi duyamıyorum. Ne olurdu ben de herkes gibi olsaydım! Babamlara açılsam mı?” Ah be Samet! Keşke babanla konuşsaydın da ölmeseydin. Belki incir ağacı ile seninle birlikte sohbet ederdik. Söylenemeyecek şeyler söylendiğinde bu acılar yaşanmayacak artık dünyada be Samet. 16.02.2020 (Çıtalı Uçurtma kitabımdan)
ahmet.kocak16@hotmail.com