Ahmet Koçak yazdı; KAST SİSTEMİ
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
“Ahmet Bey, şöyle selamet bir yer bulup biraz söyleşelim.”
“Olur, Selami Bey. Bak şurada selamet yerde bir bank var. Sizce de uygunsa oturalım.”
“Banklar ve parklar biz emekliler için bulunmaz nimet. Bir bardak çayın on liraya satıldığı dönemimizde, “gün gelecek çay bahçelerinde bir bardak çay içip, bir simit alıp yiyemeyeceksiniz,” deseler inanmazdım.”
“Selami Bey anılarınızı mı anlatacaksınız?”
“Kafam gibi anlatacaklarım da karışık. Çok anlatıyorum hepsi boşa gidiyor. Siz yazarsanız kalıcı olur. Size Türkiye’de elli yılda bir el değiştiren kast sistemini anlatayım da dinleyin lütfen.”
“Buyurun sizi dinliyorum.”
“Siz de benim gibi emekli memursunuz. Son günlerde memur ve memur emeklilerin iki yılı kapsayacak maaş zammı ile ilgili toplu görüşmeler var. Yasa emri olduğu için sendikalar ve hükümet yetkilileri oturup konuşuyorlar. Günlük olarak fiyatların değiştiği bir dönemde önceden maaş zammı görüşmek, karara bağlamak bana biraz gereksiz geliyor.
Marketten ucuz peynir alıyorum. On beş günde bir kilo tüketiyoruz bizim hanımla. Yüz liradan aldığım peynir ikinci alışımda yüz yirmi, üçüncüde yüz kırk liraya çıktı. Bir buçuk ayda böyle artış olursa iki yıllık artışı nasıl hesaplayacaklar bilemiyorum. Lafı fazla uzatmadan, “maaş artışları enflasyon artı yüzde beş refah payı olacak,” deseler de kurtulsalar.”
“Doğru dersiniz.”
“Şimdi gelelim asıl meseleye; Cumhuriyet kurulduğu yıllarda savaştan çıkmış halkın yüzde doksandan fazlası cahil ve yoksuldu, Rönesans’tan, sanayi devriminden habersizdiler. Toplum karanlıkta el yordamı ile yol alma çabasındaydı. Avrupa’da bilim insanları lambayı yakmayı başarmış, etraf aydınlanmış, hızla yol almaya başlamışlardı. Bizde lambayı yakan Mustafa Kemal Atatürk olmuştur. Devrimler yapılmış, eğitim seferberliği ile cehalete savaş açılmıştı. Devlet fabrikalar kurmuş üretime başlanmıştı. Avrupa’daki gibi burjuva sınıfı olmadığından özel sektör yoktu. Devlet destekleriyle özel sektör yaratılmaya çalışıldı.
Otuz, kırk yıl sonra kendiliğinden bir kast sistemine benzer bir durum oluştu. Bu sistem Hindistan’daki gibi sıkı değil, geçirgendi. Sistemin en tepesinde varsıllar, siyasetçiler, bürokratlar, doktor, mühendis, asker gibi meslekler yer alıyordu. Bunların tamamı Atatürkçü veya Atatürkçülük taklidi yapanlardan oluşuyordu. Köy çocuklarının okuyarak en üst tabakada yer almasına cumhuriyet olanak sağlamıştı. Ben de onlardan biriydim.
Ortaokulda okurken Ankara’ya amcamı ziyarete gitmiştim. Birbirine benzer, birbirinden güzel binaları görünce sormuştum:
-Amca bu güzel evlerde kimler oturuyor?
-Bürokratlar oturuyor.
-Ne güzel yaşıyorlardır kim bilir?
-Biz yaşayamasak da güzel yaşayanlar var yeğenim. Sen de iyi okursan o evlerde oturabilirsin, demişti amcam. Okudum ve o lojmanlarda oturdum. Şimdi devlet lojmanı kalmadı. Okuyanlar da asgari ücretle çalışır oldu. Onu bile bulamayan var.”
“Peki, öğretmenler bu sistemin neresinde yer alıyor size göre?”
“Siz orta sınıfta yer aldınız ve üst sınıfa eleman sağlamakla görevliydiniz. Son zamlar sizi orta sınıftan alt sınıfa doğru yaklaştırdı. 12 Eylül darbesini yapanlar dâhil Atatürkçü söylemleriyle halktan oy almak isteyenlere halk oy vermez oldu. Bu sistem Özal’a kadar sürdü. Özal ve sonrasında gelen sağcı hükümetler kast sitemini kendi lehlerinde çevirmeye başladılar.
Soğuk bir kış günü Nasrettin Hoca misafirliğe gider. Ev sahibi sofraya büyük bir kâse dolusu çorba koyar. Kendisi eline bir kepçe alır. Hocaya ise küçük bir kaşık verir. Çorbadan içmeye başlarlar.
Ev sahibi sıcak çorbayı koca kepçeye doldurur;
– Oh, Allah’ım öldüm!… Bu ne güzel çorba! Oh öldüm, öldüm, diyerek içerken bizim Hoca bir türlü karnını doyuramaz. Sonunda dayanamayarak elindeki kaşığı ev sahibine uzatır;
– Kardeşim, şu kepçeyi ver, biraz da biz ölelim, der. İşte günümüzde çorbayı içen ev sahibi Atatürkçülerdi. Yoksul halkı temsil ettiğini söyleyerek iktidara gelenler kepçeyi onlardan alıp;
“Kardeşim, şu kepçeyi ver, biraz da biz ölelim” dedi ve çorbayı kepçe kepçe onlar içmeye başladılar.
Üçer beşer maaş alanlar var. Ballı ihalelerle yaratılan yeni varsıllar, holdingleşen tarikatlar vs. var da var.
Bir süre sonra kepçenin el değiştireceğinden hiç kuşkunuz olmasın. Burada sınıfı değişmeyen; elinde daima küçük kaşık olan, hükümetleri değiştirme gücünü elinde tutan emekçi, yoksul halktır ve onların çocuklarının okuyarak sınıf atlama ümitleri artık kalmamıştır. Onlar gerçek, sahte Atatürkçü ayırımı yapmadan tercihlerini Atatürkçülere bakarak yapıyorlar. Onlar, hangi siyasal görüşten rahatsız oluyorlarsa o partilere oy veriyorlar. Hükümetler de onlara verdiği sadakalarla oy deposu olarak kalmalarını sağlıyorlar.
Atatürk devrimlerine bilinçle sahip çıkanlar ile çıkarı için kullananları ayırt edemedik. Ülkede gördüğümüz bilimsel, ekonomik, sosyal gelişmeyi gerçekleştirenler, İslam ülkeleri içinde yıldız gibi parlayan ülkemizdeki tüm güzellikleri yaratanlar gerçek Atatürkçülerdir. Haklarını teslim etmemiz gerektiğini de belirtmeliyim. Bunların başında da siz öğretmenler geliyorsunuz elbette.”
“Teşekkür ederim.”
“Atatürkçü olduğunu söyleyen ve gidişattan sızlanan emekli bir memurla aramızda geçen konuşma:
-Karakol komutanıyken çok rüşvet yedim.
-Ne! Rüşvet mi? Maaşın yok muydu?
-Vardı da, kendiliklerinden rüşvet veriyorlardı.
-Almasaydın, “görevim” deseydin. Kim bilir nasıl davranıyordun ki sana yaranmak için rüşvet vermek zorunda kalıyorlardı.
Bu günleri yaşamamıza neden olan buna benzer memurlar o kadar çoktu ki.
Ahmet Bey, başınızı ağrıttım. Çuvaldızı başkasına batırırken iğneyi kendimize batırmalıyız değil mi?”
“Evet. Aynı görüşteyim. Zaman zaman ben de dile getiririm. Bu günlere gelişimizde onların ve rehavete kapılan Atatürkçülerin payı vardır. Yorum yapmayayım. Yorumu okuyuculara bırakayım. Hoşça kalın Selami Bey”
“Hoşça kalın Ahmet öğretmenim!”
ahmet.kocak16@hotmail.com