Ahmet Koçak yazdı; MÜFETTİŞİM RECEP NAS İLE SÖYLEŞİ-2
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
A.K. : “Uzun yıllar çalışan insanlar emekli olduktan sonra da çalışmaya, topluma ışık tutmaya devam ederler. Emeklilik yıllarınızı nasıl değerlendirdiniz, değerlendiriyorsunuz?”
- NAS: “Bir zamanlar çok tartışıldı, insanın boş zamanı var mıdır, yok mudur? Bence yoktur. Dinlenme, dostlarla söyleşme zaman öldürücü değil, tabii kararınca yapılırsa… Hani denir ya, tiyatro oyuncusu sahne tozunu yuttu mu iflah olmaz, diye. Ben de tebeşir tozu yuttum yıllar yılı. Vazgeçebilir miyim? Ben okuyorum, yazıyorum. Çağırırlarsa konuşmalar yapıyorum. Dergilerde çıkan yazılarımı, ‘blog’um var benim, orda biriktiriyorum. Dedim ya, daha çok okuyorum. İnsanın, okudukça okuyası gelir. Okumadıkça da okumaz. Auguste Blanqui’ın sözünü severim: “Mide açlığa alışamaz, ama beyin açlığa çabucak alışır.” Yarın derse girecekmişim gibi çalışıyorum ben, öğrenmeyi sürdürüyorum. 21. yy. becerilerinden biri de bu zaten, yaşam boyu öğrenme…
Öğretmen adaylarına derdim, öğretmenlik 24 saat. Ders zille değil, derse hazırlanırken başlar. Sonra da onlar adına kendime itiraz ederdim. İnsaf be hocam, uyumayacak mıyız? Uyuyacaksınız, hem de derin, deliksiz uyuyacaksınız ki o gün enerjiniz yüksek olsun. Uyuyacaksınız da, düşünüzde dersi göreceksiniz. İnanır mısınız, emekli olduktan sonra değişik zamanlarda belki on kez derse ilişkin düş gördüm. Her düşte de derse geç kalıyormuşum ya da içeriği yetiştiremiyormuşum, kan ter içinde uyanırdım. Oh! Çok şükür düşmüş.”
A.K. : ”Sinema ve dizi oyuncusu Devrim Nas’ın oğlunuz olduğunu ortak dostumuz Zeki Baştürk’ten öğrendim. Hayranlıkla izlediğim Devrim Bey’in öğrenim ve oyuncu olma sürecinden kısaca bahseder misiniz?”
R.NAS: “Devrim liseyi bitirince Boğaziçi Üniversitesi İngilizce Bölümü’nü kazandı. Ama gönlünde tiyatro vardı. Annesi de ben de tiyatroya düşkündük. Köylerde öğretmenken büyüklerle de oyunlar sahnelerdik. Zaten 1960’lı yıllar tiyatronun altın yıllarıydı. Devrim’i daha ilkokuldayken Edirne’ye, İstanbul’a çocuk oyunlarına götürürdük. Yine ilkokuldayken Aziz Nesin’in Pırtlatan Bal oyununda rol aldı. Daha 12 yaşındayken sorulduğunda oyuncu olacağım, derdi.
Lisedeyken Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosu’nda açılan kursa katılmasını önerdim. Çevresi genişlesin, yeni yeni arkadaşlar edinsin istiyordum. Orda da tiyatro sevgisi pekişti iyice. Boğaziçi için kayıt yaptırmaya gidince tiyatro sınavlarına da girmiş, orayı da kazanmış. Hangisine gidecek? Kimi dostlar tiyatro diyordu, İngilizceyi kurslara giderek de öğrenirsin. Kimisi de Boğaziçi bırakılır mı, tiyatroyu hobi olarak yaparsın diyordu. Ben en son sordum: Boğaziçi’ne gittin, dersler başladı, aklın nerede?? Tiyatro, dedi. Bitti. Tek istekte bulundum. İngilizce bilen bir oyuncu ol, öyle de oldu.”
A.K. : “Devrim Bey’le yaşadığınız bir anınızı anlatmanız çok ilgi çekecektir. Hayranları için anlatır mısınız?”
- NAS: “Kırklareli-Babaeski’de ilköğretim müfettişiydim. Öğretmenlerle ayda bir seminer düzenliyordum. O ayki konu çocuk yazını (edebiyat) idi. Hazırlık yapıyordum. 1970’li yıllarda çocuklarca en çok okunan yazar Kemalettin Tuğcu’ydu. Teftişlerde en çok hangi yazarı seviyorsunuz, diye sorduğumda onun adı söyleniyordu. 5. sınıftaki bir kız öğrenciye sordum,
“Neden seviyorsun Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarını?
“ Beni ağlatıyor.”
“Canım”, dedim. “Sana ağlamak mı yakışır, gülmek mi?”
“Gülmek ama…”
Bu yazarın bir kitabını okuyordum, notlar alıyordum. Canımı sıkan sözler geçtikçe de söyleniyordum. Devrim’in gözünden kaçar mı?
“Baba kitabı sevmedin de neden okuyorsun?”
“Eleştirmek için” dedim.
Aradan aylar geçti, yaz geldi. Annesiyle Şarköy’e gittiler. Ben sonradan gittim. Baktım, elinde kıytırık bir kitap var, gazeteciden almış.
“Neden bu kitabı okuyorsun?”
Taşı gediğine koydu:
“Eleştirmek için.”
A.K. : “Okuyucularımız sizi merak etmiştir; nerede, nasıl bir ailede dünyaya geldiğinizi; unutamadığınız bir çocukluk, gençlik anınızı ister okuyucularımız. Lütfeder misiniz?”
R.NAS: “Köy çocuğuyum. Annem, babam iki ağabeyim Romanya’dan gelmişler. 1934, Atatürk dönemi. Ev, kişi başı da onar dönüm tarla verilmiş. Annem, babam ‘dini bütün’ insanlardı. Dindardılar, dinci, dinbaz değildiler. Annemin tembihidir bana, sakın ‘desinler‘ diye, gösteriş için yapma. Kul bilmesin, Allah bilir, derdi. Mevlitlerde ilkin Atatürk ve silah arkadaşları için dua edilirdi. İçtenlikli, inancını siyasetle kirletmeyen Müslüman laik olur, onlar da laik insanlardı.
Beş kardeştik ben en küçükleri, halk deyimiyle tekne kazıntısı. Okuyorum diye, küçüğüm diye kayırıldım, zor işlere koşulmadım. Annem de babam da dövmek ne, bağırmadılar bile bana. Annem Romanya’da mahalle mektebinde okumuş, babam okul yüzü görmemiş. Demek ki, çocuk eğitiminde ilkin gerekli olan sevgi, sağduyudur. İkisi de yetim kalmış. İki taraftan da ne ninem oldu ne dedem.
Annem akça pakçaydı. Babamla ablamların biri esmerdi, bir de ben. Ama onlar benim kadar esmer değildi. Onun için – tabii sevdiklerinden – takılırlardı bana, seni sepetçilerden aldık diye. Onlara göre ‘kara kuru’ydum. Annem sırtımı sıvazlar, kemiklerin elime geçiyor, derdi. Etin yağlı yerlerini bana yedirirdi.
Ama ben ‘kara kuru’luktan olumsuz etkilenmiştim. Bir yaz günü, nasıl olduysa, evde yalnız kalmışım. Ben anımsamıyorum, babam anlatırdı. Babam yedek parça almak için tarladan eve gelmiş. Beni bahçedeki fıçının suyuyla sabunu süre süre yüzümü yıkarken görmüş, yüzümü bembeyaz etmişim.
“N’apıyorsun sen?”
“Beyazlıyorum be, beyazlıyorum” demişim.” (Devam edecek)