Ahmet Koçak yazdı; NEBATİYE TARİKATI-2
Köşe yazarımız Ahmet Koçak makalesinde;
Şeyh Nebati’nin huzuruna vardım. Esmer yüzünden çıkan nurları bembeyaz sakalları etrafa saçıyormuş gibi geldi bana. Dikkatle baktım, yüzünden yayılan nurlardan olsa gerek tanıyamadım. O beni tanıdı;
“Hoş geldin mübarek! Gel bakalım, ahde vefa timsali Ahmet Molla. Aç mısın, diye sormayacağım. Zaten kuşa dönen emekli maaşınız tamamen kesilince açlıkla terbiye edildiğinizi biliyorum. Önce karnını doyurayım da sayende biraz sevap kazanayım. Oğlum, hemen mükellef bir sofra hazırlayın. Kıymetli misafirim gelmiş.” dedi çok mutlu oldum. Koskoca şeyh hazretlerinin kıymetli misafiriyim bu güne bu gün!
Yemekten önce abdest aldık. O abdest alırken Arapça dualar ediyor, sadece, “Allah! Emrine şükür yarabbi” dediğini anlıyordum. Elini, yüzünü, başında bekleyen peşkirci müridinden aldığı havluyla kurulanırken bana doğru çevirdi mübarek yüzünü:
“Sır odama geçelim. Orada sular şırıl şırıl akar, konuştuklarımızı duyamazlar. Sana çok anlatacaklarım var.” dedi.
Sır odası bende güzel şeyler çağrıştırmasa da gittim çaresiz. O kadar da değildir yakın arkadaşımdır kendisi. Allah insanı açlıkla terbiye etmesin, zor! Odaya girdim ki masada kuş sütü eksik. Hemen yiyeceklere saldırdım.
“Yavaş ye mübarek! Bunların hepsi senindir. Kalan yiyecekleri paket yaptırıp sana vereceğim. Eski, cahiliye günlerimizde kurduğumuz “İyi Adamların Rakı Sofrası” grubundaki arkadaşlara götürürsün. Biliyorum hepiniz aç dolaşıyorsunuz.” dedi, nur yüzlü mübarek adam!
“Şeyh hazretleri, merakımı ve cahil cesaretimi bağışlayın lütfen efendimiz; kamet getirmeyi bile bilmezken nasıl oldu bu şeyhlik? Abdest alırken söylediğiniz Arapça duaları nasıl, nereden öğrendiniz?” diye sordum. Gülümsedi “anlatayım” dedi mübarek başladı anlatmaya:
“Benim dini bilgim bildiğin kadardır. O kadar ayet, dua gibi şeyleri öğrenmeye yaşım uygun değil. Abdest alırken söylediğim şeyler dua değil kafadan attığım, anlamını benim de bilmediğim sözlerdir. “Örneğin; “gurru guraha, surruhi suraha malibuy marttaha.”desem, hele de makamlı söylersem mutlaka dua veya ayet sanırsın değil mi? Benim gibi mübarek bir zatın ağzından çıkıyorsa kesin benim bilmediğim bir dua okudu, dersin. Böyle uydurma şeyler söyledikçe beni çok derin bir hoca sanıyorlar. Derin hocaların yanında da o anlamsız sözcükleri söylerim. Vaazım bittikten sonra elimi öpme yarışına girer büyük şeyhler bile. İlmimin çok olduğunu söylerler etrafta.
Neyse, gidişatın iyiye doğru olmadığını biliyordum. Belediye seçim sonuçlarından sonra bir şeyler olacağını anladım. Okumuş adam sürülmüş tarlaya, okumamış adam kıraç tarlaya benzer; ben de okumuş adamım ve tarlaya bir şeyler ekmem gerektiğini anladım. Önce kamet getirmeyi öğrenmeliydim.
Benim torunu bilirsin. Ortaokulda okurken dinden zayıf almıştı. Din hocasının yanına gittim: “Hocam benim toruna kamet getiremediği için zayıf vermişsiniz. Matematik, fen ve diğer tüm dersleri pekiyidir. Tek din zayıf. O konuyu görüşmeye geldim. O’nu ben de getirmeyi bilmiyorum. El kadar çocuk nasıl getirsin?” dedim. Hoca kızdı; “din baştaki bir rakamıdır. Diğer dersler sıfır değerindedir. Baştaki biri kaldırırsan diğerleri bir şey ifade etmez değil mi?” diye sordu. “Öyle demeyin hocam onlara da bir bari verseniz. O dersler de hayatta önemlidir” dedim. Daha çok kızdı. Ayrılırken de arkamdan,” Adama bak yahu kamet getirmeyi bilmiyormuş! Komünist midir nedir?” diye bağırmıştı. Bunu size anlatmıştım.
Torunu çağırdım kamet getirmesini istedim. Zayıf alınca iyice öğrenmiş kerata. Torun başladı kamet getirmeye; bildiğimiz ezanmış ya! Sadece sonuna doğru “Kad Kâmeti’s Salâh” deniyormuş o kadar. Onu dinleyince aklıma parlak bir fikir geldi. Hemen muhit değiştirip kendimi dine adamalıydım. Bu zamana kadar kılmadığım namazlara, tutmadığım oruçlara ve diğer ibadetlere içim yanmaya başladı. Tahran’a gitmeye karar verdim. Orada beni pek tanıyan olmazdı.
Kenar bir mahalleden bir ev kiraladım. Yakındaki camiye gidip gelmeye başladım. Namazdan önce müezzinin yanına oturdum,
“Müslüman, bu kameti ben getireyim mi?” diye sordum kabul etti. Bir güzel kamet getirdim ki camideki tüm müminler “kimmiş bu mübarek zat!” diye bana doğru baktı. Bilirsin yüzüm gibi sedam da güzeldir. Kametimi duyan imam namaz kıldırmamı istedi. Giydim o mübarek cübbeyi başladım namaz kıldırmaya. Fatiha’dan sonra okunan yedi sekiz sure bildiğim halde heyecandan olsa gerek hiç biri aklıma gelmedi. Her rekâtta İhlas suresini okudum. Cemaat bunda da bir hikmet vardır diye düşünmüş olmalı ki hiç ses eden olmadı. İlle bir çıkıntı çıkar ya, çıkarken biri:
“Hoca efendi bağışlayın, neden hep ihlas süresini okudunuz?” diye sorunca;
“Namazda her vakitte tek sure okunur, değişik sureler okunması Emevi âdetidir. Mesela akşam namazında Fatiha’nın ardından Kevser suresi okunmalıdır. Çünkü kıyametin akşam vaktinde kopacağı bilinir. O nedenle en kısa sure okunarak namaz çabucak bitirilir. Bilmiyor musun mümin kardeşim?” dedim. Zira Kevser suresini camiden çıkarken içimden okumuş, anımsamıştım.
Hayran olmaya meyilli olduklarından hayran oldular. Birkaç namazdan sonra yakındaki dergâhın şeyhi bana olan kıskançlığından, kızgınlığından mıdır nedir bilemem kalpten gitti. Müritler benim başa geçmemi istediler. Baştan biraz nazlansam da kabul ettim ‘körün istediği bir göz…’ misali. İlk işim dergâhın adını değiştirmek oldu.” (Devamı haftaya)
ahmet.kocak16@hotmail.com