Ahmet Koçak Yazdı; YARIM ZEYTİN
Köşe yazarımız Ahmet Koçak tarihin bir dönemini kaleme aldı. Koçak;
“İlk askeri darbe yılında doğduğu için Demokrat Partili babası adını Menderes koymuş, idam edilen Adnan Menderes’e karşı görevini yapmıştı. Torunlarını kahvaltıya bekleyen Menderes televizyona bakıyor ama izlemiyordu. Çocukluğuna doğru gitmişti aklı;
Her sabah bulgur çorbası içerlerdi. Pazara giden babası en ucuzundan bir kilo zeytin almış ve ertesi sabah çay, zeytinle kahvaltı etmişlerdi şehirliler gibi. Kahvaltıya başlarken babasının:
“Çocuklar ekmeği ağzınıza attıktan sonra zeytinin yarısını ısırın, diğer yarısını öbür lokmanızla yiyin. Böylece zeytin daha uzun gider, daha fazla şehirliler gibi kahvaltı edersiniz.” dediği geldi aklına.
Az olan tarlalarından çıkan buğday, birkaç hayvan, bostandan gelen meyve ve sebzelerle kıt kanaat idare ederlerdi. Altı kardeşin en büyüğüydü Menderes. İlkokulu bitirdiğinde öğretmeni babasına Menderes’i okutmasını söylemişti. “Nasıl olur bilmem ki öğretmen bey? Elde yok, avuçta yok.” derken utandı babası. Utanç her zaman yoksulluğun bir parçasıdır diyordu İrlanda atasözü. Yaşlanan ineği satarak ilçede ortaokula yazdırdı babası. Sınıfları yükseldikçe evdeki hayvan sayısı azaldı.
Liseden sonra girdiği üniversite sınavında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi’ni kazandı. Okula başladığında köyünde, ilçesinde pek belli olmayan yoksulluğu; özel otomobilleriyle okula gelen, kız arkadaşlarıyla gezip tozan, bolluk içinde okuyan arkadaşlarını görünce iyice ortaya çıktı. ‘Yoksulluk yoksulun, varsıllık varsılın peşinden koşar’ sözü geldi aklına. Kendisi atadan yoksulken varsıl arkadaşları da atadan varsıldı besbelli. Bu duruma isyan etti.
Kendisi gibi Anadolu’dan gelip, Anadolu’daki gibi olmayan varsıl yaşamları gören arkadaşlarıyla gruplar oluşturmaya ve isyan etmeye başladılar. Nerede bir eylem var Menderes oradaydı. Neden, herkes ülke kaynaklarından eşit şekilde yararlanmıyor, diye isyan ediyordu. Bülent Ecevit’in “Ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen” sözünün peşinden gitti bir süre.
Kendileri gibi başka yoksul çocukları onlara “solcu, komünist” diyorlardı. Varsılların varlıklarını korumak için maşalara gereksinimi vardı ve koruyucu bulmak onlar için sorun olmuyordu. Kendileri de yoksul oldukları halde neden böyle yapıyorlardı? Anlayamıyordu. Yoksulluk ayıp değildir, ama bununla gurur duymanız da gerekmez.(İbrani atasözü) Yoksa onlar gurur mu duyuyorlardı?
Darbeyle dünyaya gelen Menderes, 1980 darbesiyle tutuklandı, başka bir dünyaya gözlerini açtı. İşkencelerden geçti. Fişlendi. Birkaç yıl sonra sabıkalı olarak salıverildi. Çıktığında hayvanat bahçesinden orman bırakılmış bir aslan gibiydi. Avlanmalıydı ama nasıl yapacağını bilemiyordu. Devlet memuru olamazdı. Çaycılık, hamallık, çığırtkanlık yaptı bir süre. Amelelik yapmak için İstanbul’a gelen, okuryazarlığı olmayan insanlarla kartonlar üzerinde yattı. Hiç birinin yüzü gülmüyordu. Hepsi mutsuzdular. “Yoksulluk üzüntü yaratır” diyordu yine bir İrlanda atasözü. Hepsi üzüntü içindeydi. En fazla üzülen de Menderes’ti. Okumuş adamdı. Her şeye aklı yetiyordu ve bu ona daha fazla acı veriyordu. Bazen cahil olanlara imrendiği de oluyordu.
Bir fabrikada iş bulup düzenli bir geliri olunca evlenmiş olmak için evlendi. Severek evlenmek de varsıllara has bir durumdu. Birkaç yıl eşya dizmekle, onlarca yıl çocukları büyütmekle geçti. Sigortası da eksik yatınca uzun yıllar çalışmak zorunda kaldı. Çok az bir maaşla emekli oldu. Yetmiyordu maaşı ve iş buldukça çalışmaya devam etti.
Torunları karnelerini göstermeye geleceklerdi dedelerine. Onlar için paraya kıyıp en iyisinden yarım kilo zeytin almış, elli lira ödemişti. Emekli aylığının yarısı bodrum katın kirasına gidiyordu. Ev sahibi “yandaki komşu bodrum katı dört bin liraya kiraya vermiş” diyerek kirayı dört bin liraya çıkaracağını ima etmişti. “Yapma Ayhan Bey benim tüm maaşım dört bin. Ben ne yer, ne içerim? “ demişti ev sahibine.
Televizyondan, “şimdiki aklım olsaydı” diye bir söz duyunca yine daldı gitti…
Bir keresinde kendisini nezarete atan gece bekçisi: “Ulan oğlum şu bacağındaki astarı çıkmış, kadifesi kaybolmuş pantolonla senin neyine devrim yapmak. Oku okulunu, kendini kurtar. Memleketi kurtarmak sana mı düştü?” demişti. Bekçi doğru söylemişti. Okulunu bitirip ekmeğini eline almalı ve mücadeleye öyle devam etmeliydi. Delikanlılıktı işte… Her şeyi hemen düzelteceklerini sanmışlardı. Onlara en fazla da yoksulların engel çıkardığını yaşayarak öğrenmişti. Ülke için gerekli, az yetişen liderler tırpanlanmıştı bu darbelerle. Bunlar da bu ülkenin evlatları yapmayalım, öldürmeyelim demediler. Çoğunu öldürdüler, kalanın da içindeki aslanı öldürdüler…
Kapı zilini duyunca düşüncelerinden sıyrıldı. İki torunu koşarak salona daldı, karnelerini uzattılar. “Aferin çocuklar!” dedi ve onları öptü. Bu öpücük harçlık niyetineydi. Zira hiç parası kalmamıştı. Asgari ücretle çalışan, halden anlayan oğlu belli ki çocukları tembihlemiş, harçlık istememelerini söylemişti. Babaanneleri yer sofrasını getirdi. Gelin de diğer şeyleri taşıdı. Çocuklar yüzeyi simsiyah, pırı pırıl zeytinleri ağızlarına peş peşe atmaya başlayınca Menderes:
“Çocuklar ekmeği ağzınıza attıktan sonra zeytinin yarısını ısırın, diğer yarısını diğer lokmanızla yiyin.” deyince çocukların tüm neşesi kaçtı. Bu söz yoksulluğun iliklere kadar işlemesine yarıyor, kuşaktan kuşağa sürüyordu sanki. “Yaşlılık ve yoksulluk, iyileşmeyen yaralardır.”
ahmet.kocak16@hotmail.com ”