AYAĞI KIRILAN ATLARI VURURLAR
Yozgat-Sarıkaya Ortaokulu’nda birden ikiye geçtiğim yıl (1971)çayır biçme mevsiminden harmandan kalkma zamanına kadar dedemlerin işlerine yardım etmek ve onlara azık götürmek için köye geldim. Başladım yaşıma uygun işleri yapmaya. Babam başka köyde memur olduğundan, okul arkadaşlarım da mal gütmeye, tarlaya gittiklerinden yalnızlık yaşardım. Köye gelip çalışmayı ben de isterdim.
Sabah ezanı okunmadan dedem üç amcamla yattığımız odanın pencere dibine gelir, cama vurarak dışarıdan bizi uyandırırdı. Akşamdan yorgun yatan vücutları sabah gün doğmadan uyandırmak ne kadar da zor olurdu. Asker gibi hemen kalkar, acele giyinirdik. Önce atlar ahırdan alınır, hamutları boyunlarından geçirilir, koşum takımları arabaya beş dakikada takılır, atlar arabaya koşulurdu. Kuşluk kahvaltısı çanta ile arabaya konur, uykulu gözlerle at arabasına binilerdik. Tekerleklerin çıkardığı tıkırtılar dinlenerek tarlaya varılırdı. İlk iş, atlar arabadan ayrılıp, otlu bir yere boyunlarına geçirilen urganın ucunda olan demir kazıklar yere taşla çakılarak ip menzilinde yayılmaya bırakılırlardı.
Ben ata binmeye meraklı olduğumdan iri, sakin yapılı olan “Doru” ata çakılacağı yer elli metre uzaklıkta bile olsa biner, otlayacağı yere götürür çakardım. Doru’nun annesi yağız at yavrusundan daha kısa ve asabi bir attı. Doru at kamçıyı sakinlikle karşılarken annesi yağız kısrak şiddetli tepki verir, ileri doğru sıçrar, şaha kalkardı. Doru at olmasa arabayı devrilecek hıza çıkarmak isterdi. O arabada koşulu iken parlar, kızı Doru’nun gücü karşısında yerinde tepinerek arabayı deviremezdi. Sık sık parladığından, deli bir at olduğundan adını ’Cinli Yağız’ koymuşlardı. Cinli Yağız’ı götürürken üstüne binmeden, ipinden çekerek otlayacağı yere götürür çakardım.
Kuşluk vakti kahvaltılıklar yenir, ardından öğleye kadar çayır biçilmeye devam edilirdi. Öğleye yakın beni köye gönderirler, hazırlanan yemeklerini getirirdim. Sulanıp katlanmış yufka ekmek bezle belime sıkıca bağlanır, iki elime bakraçlarla iki tür yemek verilirdi. Sık sık bakraçları yere bırakıp dinlene dinlene tarlaya getirirdim. Dedem ve amcalarım yemeklerini yediler mi; yüzleri güler, dinlenme sırasında yarenlik ederlerdi. Ben de dedemin güldüğünü görünce, “dede Doru’ya binip bir tur atayım mı?” der, ondan izin alarak ata binerdim. İlk başlarda ayaklarımı karnına vurarak hızlandırır, ardından sağrısına kamçıyı vurdum mu dörtnala koştururdum köy yolunda. Ata binmekten çok zevk alırdım. Harçlık bile almadan, karın tokluğuna ırgat gibi çalışmamın ücretini at binerek almış olurdum.
Bir gün Cinli Yağız arabaya koşulmamış, yayılsın diye bağlara çakılmıştı. İstanbul Üniversitesi’nde okuyan Asım Amcam: “Ahmet Cinli Yağız’ı bağdan al getir. Sakın ha bineyim deme. Binersen parlar, seni yerden yere çalar. Aman yeğenim sakın binme!” diye tembih etti. Evde olan altı attan beşine bindim. Cinli Yağız’a hiç binmemiştim. Bağa geldim. Kazığı yerden çıkarıp urganı demetleyip kısalttım. Bağda olan hendeğe yanaştırıp üzerine atladım, bindim. O da ben de hareketsiz bir süre bekledik. Boynunda takılı ipe ve yelelerine sarılarak ayaklarımı karnına hafifçe vurdum. Yavaş yavaş köye doğru yürüdü. Belli, çok tedirgindi. Kendi bildiği tempoda eve kadar beni getirdi. Karşıdan beni atın sırtında görenler; “Ahmet hemen in attan! Hemen in!” deseler de inmeye korktum evin önüne kadar geldim. Bir amcam atın başını tuttu, aşağı sağ salim indim.
Sığıra katılan atlar akşam harman yerlerinde serbest bırakılır yayılırlardı. Akşam Naci Amcam atları ahıra almak için kovalayıp eve doğru koşturarak getirirken hepsi eve doğru, Cinli Yağız ters istikamete doğru koşuyordu. Kovalarken Cinli Yağız parladı. Etrafı açık, İnsan boyunda mezar taşları ile kaplı mezara hızla girdi. Taşların üzerinden atlayarak delice koşuyordu. Ben de karşıdan önünü kesmeye çalışıyordum. Hayvan son hızla uzunca bir taşın üzerinden atladı. Sağ ön ayağı başka bir taşa çarptı ve olduğu yere yığıldı. Belli çok acı çekiyor, burnundan soluyarak kalkmaya uğraşıyor bir türlü kalkamıyordu. Biz yetişip yanına geldik. Sağ ön ayağı bilekten kırılmış yana yatmıştı. Tek ön ayağı ile kalkmaya uğraşırken kırılan ayağı havada sallanıyordu.
Olayı duyan bizim hane halkı başına toplandık. Dedem atın ayağını görünce: ”Bu at artık yürüyemez. Asım tüfeği getir.” dedi. Ben: “Dede yoksa vuracak mısınız?” “Evet vuracağız. Ayağı kırılan atı vururlar!” dedi. “Bezle saralım. Ahıra bağlayalım. Ben ona bakarım.” desem de, Asım Amcam tüfeği getirdi. Kısa bir süre “kim vuracak?” “ben acırım vuramam!” tartışmasının ardından hangisiydi şimdi hatırlamadığım amcamın biri, namluyu atın kafasına dayayıp ateşledi. Cinli Yağız’ın başı önce yere hızla çarptı, tekrar havaya sıçrayıp yere düştü. Başı yerde gövdesiyle acı ile çırpınıp ayağa kalkmaya çalıştı. Önce kırık ayağının üzerine, ardından arka ayaklarının üzerine düşüp titremeye, ayaklarını uzatıp çekmeye başladı. Kırık ayağı ileri geri giderken bileği toprakta izler bırakarak yerde sürünüyordu.
At ölünce herkes gitti. Ben başında gözyaşlarıyla kaldım. Boynunu, sırtındaki pırıl pırıl siyah tüylerini okşadım. Gözyaşlarım yağmur gibi üzerine damlıyordu. Atın kanlar içinde kalan, hala akmaya devam eden başının kan bulaşmamış yerlerini okşadım. Gözleri açıktı, birkaç damla gözyaşı gözünde duruyor, o da benim gibi çektiği acıdan ağlıyordu…
ahmet.kocak16@hotmail.com