Haberde Bursa

Cemal Kırgız yazdı; BİR GÜN BEŞ KİTAP PEŞ PEŞE OKUDUM…

21.09.2022

Köşe yazarımız Cemal Kırgız  http://gemliksonnokta.net/index.php/2022/09/21/bir-gun-bes-kitap-pes-pese-okudum-cemal-kirgiz-yazdi/  deki yazısında;

“Kim demişti, ne zaman demişti, neden demişti, bilmiyorum…

“Bütün romanlar kahramanın evinden çıkmasıyla başlar”…

Harabi’ye ait dizeleri içimden okurken; “ Ey zahit eyle ihtiram (hürmet), İnsan ol cihada, bu dünya fani. Ehline hilaldir, na ehle haram. Biz içeriz bize yoktur vebali. Sevap almak için içeriz şarap, İçmezsek oluruz düçar-ı azap. (Eziyete uğramış) . Senin aklın ermez bu başka hesap, meyhanede bulduk biz bu kemali. Kandil geceleri kandil oluruz, kandilin içinde fitil oluruz, hakkı göstermeye delil oluruz. Fakat kör olanlar görmez bu hali. Sen münkirsin sana haramdır bade, Bekle ki içesin öbür dünyada. Bahs açma Harabi bundan ziyade, çünkü bilmez haram ile helali…”

Evden çıkmıştım yine…

Nobel ödüllü yazarımız Orhan Pamuk, “Yeni Hayat” isimli kitabına, “Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti” diye başlar… (Ben Orhan Pamuk’un en çok ‘Kara Kitap’ ve ‘Cevdet Bey ve Oğullarını’ sevdim)

Yokuşlardan yokuşlara aşağılara doğru inerken, -ne kadar çok yokuş vardı?- altı katlı apartmanları, iki katlı, tek katlı, üç katlı villaları, bahçeleri, bahçelerdeki ağaçları, yollardaki çiçekleri, bütün yapıları, park eden arabaları, esnafları, insanları, kumruları ve kedileri izledim.

İnsanlık tarihi boyunca, insanı yoran konular bellidir. Faulkner, bir röportajında “Söylenecek yeni bir şey yoktur. Şekspir, Balzac, Homer hep aynı şeyler hakkında yazmışlardır. Ve bir iki bin yıl daha yaşasalardı yayıncıların başka yazarlara ihtiyacı olmazdı” der. Karacaoğlan ise, “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir ölüm” diyerek; insana dair o listeyi genişletmiştir. Gerisi yazarın-yazarların- edebiyat sanatına karşı sorumluluğudur.

Kafam allak bullaktı. Kabul, entelektüel olmak çok pahalı bir meslekti. Düşünsenize, her kitabı okumak, her dergi hakkında bilgi sahibi olmak, günlük saygın gazeteleri ve yazarlarını takip etmek, sinema, tiyatro, şiir, resim sergileri, müzeler, günlük siyaset, yakın ve uzak tarih, felsefe, ekonomi, beşeri ilişkiler, Türkiye gibi vasatın egemen olduğu ülkede anlaşılmak, ayakta kalmak, yazmak vs, vs, vs…

“Gemlik’teki Dersimliler”, “Dersim Küba Hattı, Dudaktan Fışkıran Kan” ve “Sürgün Çocuk” kitaplarının yazarı, aynı zamanda Gemlik Son Nokta Gazetesinin yazarı da olan Erol Erkılınç ile Gemlik Balık Pazarındaki bir kahvehanede buluşmuş, peş peşe bırakamadan okuduğum Remzi Aydın kitaplarını kendisinden almıştım.

“Kitaplar adıma imzalı, hediye değil, oku diye veriyorum” diye sıkı sıkıya tembih etmişti Erol Erkılınç.

Kimseye, ödünç veya okumak için bile olsa, kitap vermeyi sevmem. Elimde kalan “Zeytine Sor” romanım hariç, çaylar peşi sıra içilirken, Erol Erkılınç’a hak vermiştim.

Remzi Aydın gibi üst düzey felsefeci, eğitimci ve yazarı böylece tanımış oldum. Piro 1, Piro 2, 3, 4, 5 serisi bu kitaplar yaşamımı değiştirdi mi, değiştirecek mi, henüz bilemiyorum ancak hayata bakış açımı değiştirdiğini söyleyebilirim.

“Piro 1 Hiçlikteki Notanın Sırrı” , “Piro-2 Hiçliğin Nefesi”, “Piro-3 Hakikate Yolculuk” , “Piro-4 Nokta’ya Gizlenen Külliyat “ ve “Piro -5 Kâinat İnsan’dan Doğar”….

Utanıyorum, sıkılıyorum, bir o kadar da böylesi bir yazarla geç de olsa tanıştığım için mutlu oluyorum. Geçtiğimiz Şubat ayında, genç yaşta kaybettiğimiz bu yazarın ruhuyla sohbet ediyorum. Utancım kendimle birlikte topluma da yönelik aslında. Isparta’da kalp krizinden genç yaşta ölüp, vefatının üzerinden 4 ay geçtikten sonra, doğduğu topraklarda, Tunceli Pülümür’de vasiyeti üzerine defnedilen bu muhteşem öğretmeni, felsefeciyi, yazarı o kadar çok tanımak isterdim ki? Bu kitaplar nasıl oldu da çok satanlar listesinde yer almadı, neden ben bu yazarı şimdi keşfetmiştim? Şaşırmadan, hüzünlenmeden duramıyorum.

Piro (Piri) Beva ve Seley’in izinde, hayatı ve kendini bulma peşindeki kitabın kahramanı fotoğrafçı… Karacaoğlan, Mevlana, Şems, Hallac-ı Mansur, Nesimi, din, teoloji, arkeoloji, derin tarih, derin psikoloji, kadim bilgiler, evrensel, derin ve sonsuz aşk, tanrı bilinci, insanın kötülüğü, insanın iyiliği, merhamet, zalimlik, yoksulluk, ölüm, doğum, dinler, şeytan, melek, bizi biz eden amansız sevda ve hiçlik…

Batı felsefesini, batı felsefecilerini, Asya felsefesini, Asya felsefecilerini bir kenara bırak ey okuyucu! Onlar da, insana hayata dair ama bu kitaplarda anlatılanlardan sonra, hangi felsefeci, hangi edebiyatçı aslında kim kimden etkilenmiş çok daha iyi anlıyorsunuz. Yazarlığa yeni başlayanlara ders olsun Remzi Aydın kitapları…

Fotoğrafçı ile aynı ruha bürünüyorum. O gitmek isterken, gönüllü geldiği yola bakıp, dağın zirvesini izleyip düşünürken, ben, yokuşlardan sekerek, çatı katlarını, beton yığınlarını, insan kalabalıklarını düşünüyorum. O deneyimini kelimelere dökerken, ben düşlerime kazıyorum. Yokuş aşağı inerken, kitabın kahramanı gibi ben de yaşamı sorguluyorum. “Nereye gidiyorum, hayatın içine mi, kaosa mı? Nereye koşuyorum ve nereye sırtımı dönüyorum? Beni bekleyen insanları düşünüyorum. Bana ne kattıklarını düşünüyorum. Katmerlenmiş kimlik ve giysilerimle onların katkısını? Sahi nereye koşuyorum, giysilerime mi? İçki masalarında yapacağım devrimlere mi? Psikolojik çözümlemelere mi? Sosyal ve ahlaksal sorunların konuşulacağı, haberlerin irdeleneceği belden aşağı sohbetlerin yana mı? Toplumun değerleriyle alay eden ama toplum ile beslenen kan emicilerin yanına mı? Materyalizmden bahsedip şeytanın adını duyduğunda, gözleri yuvasından fırlayacakmış gibi bakanların yanına mı, dudakların arasında gizlice çekilen besmelenin arkasına saklanışa mı? Meşhur olabilme adına tüm değerlerin bir kalemde satıldığı pazarlara mı? Benim o pazardaki ederim ne, yerim ne?

Fotoğrafçı bu sorgulamalardan sonra Piro’nun, Beva’nın, Seley’in yanına döner. Ya ben? Benim Piro’m , Beva’m, Seley’im ne, kimler? Ben nereye, kime döneyim?

“Yaşadığım gibi yazıyorum ve hayatım anılarla, alıntılarla dolu” diyordu Susan Sontag. Ben de öyle. İnsan nasıl yaşarsa öyle yazar. Bu kendini anlatmak değildir. Kendinden yola çıkmaktır aslında. Bir yaşam felsefesi olmadan yazı felsefesi kurmak çok da mümkün değildir. Çünkü mesele sadece hikâye anlatmak değildir. Yazdıklarım içinde her daim yaşadıklarım, gözlemlediklerim, okuduklarım, hissettiklerim, düşündüklerim, öfkelerim ve isyan ettiklerim de vardır.

İçinde varsa, yazarlık engellenebilir bir şey değildir.

Gemlik Belediyesinde çalışıyordum. Basın danışmanı olarak. Belediye Başkanı değil de, başkan yardımcılarından birisi, aynı zamanda Olay Gazetesinin Gemlik Temsilcisi olmamdan rahatsız olmuş, ya da rahatsız oldurulmuş, fişeklenmiş, gaza getirilmiş, her neyse, “Olay Gazetesine çalışırken, Gemlik Belediyesinde çalışman yakışık almıyor” demişti.

“Peki, öyleyse, istifa ediyorum, Olay Gazetesine devam ediyorum” demiştim. Belediye maaşı, Olay Gazetesi maaşının neredeyse iki katıydı üstelik. Üstelemedi Başkan yardımcısı. Böylece anlaşılmıştı, bu teklifi onun değil, aynı görüşte olan diğer vasatların yaptığı… Belediyede beş sene kadar daha devam ettim.

Arada sırada Gemlik Haber Gazetesine öyküler yazıyordum.

Bir gün alkolik, kaybedenler kulübü üyesi, düşmüş bir yazarın kısa öyküsünü yazmıştım. Bir gün de, her daim bana muhalif sözde solcu sözde gazeteci, sözde yazar, sözde ahlak timsali birisiyle ve onun çok yakın arkadaşıyla, birlikte çalışırken yaşadığım, kaçamak macerasını öyküleştirmiştim. Arkadaşıyla ve kadınlarla birlikte güzel bir gece geçirecektik. Hep birlikte buluştuk. Sohbet iyiydi, sonrasında otele gidilecekti. Onlar, genç olan kadınları alıp, ben hesabı öderken, beni bırakıp kaçmışlardı. Ben de, bana kalan yaşlı kadınla sabaha kadar içip, orospuluğun ve ipneliğin felsefesini yapmıştım, hayat denilen kurgusuyla beraber…

Bu öykü, başkan yardımcısının bana yönelik bakış açısı giderek daha kötüye doğru değişmişti.

Bardağı taşıran son damla, bir kasabada yaşayan, intihara eğilimli, barda çalışan bir kadın ile ilgili olan öyküydü. Gemlik Belediyesinde henüz bir yılı doldurmamıştım. İşimi iyi yapıyordum ancak ekstra yazı, yorum, edebiyat, öykü kimse istemiyordu. Üstelik insana, kadınlara, hayata dair öyküler o zihniyetteki tiplere fena batıyordu. Ama ben de yazmadan duramıyordum.

Allah rahmet eylesin, merhum bir başka başkan yardımcısıyla birlikte beni odalarına davet etti diğer başkan yardımcısı:

Yaşlı olanı, biraz daha ortadan konuşarak, “Cemalciğim, burada çalışırken, öykü, hikâye, roman, deneme… Her ne diyorsan, onlara ara vermeni istiyoruz, tepkiler var çünkü!” derken, en başından takık olanı, hem yazı yazmamı engelleme konusundaki kendisine bahşedilen sorumluluğu üstünden atmış olmanın rahatlığını yaşıyordu, hem de kurgu öykümdeki intihara meyilli, barda çalışmak zorunda kalan kadının, kimliğini merak ediyordu.

Yaşlı olana dönüp,

“Rahatsız olan kimler, hangi öykümden, hangi yazımdan, kimler neden şikâyetçi?” diye sorarken; diğer başkan yardımcısı, “Söyle bakayım, kim bu kadın? Sen bilirsin, bilirsin… De hadi bakayım” ısrarını sürdürüyordu.

“Beni fazla konuşturma işte” diyen yaşlı başkan yardımcısı, “bir süre ara versen sevinirim” telkininde bulunurken, diğeri, ısrarla “Kim o kadın? Tanıdık mı? Nerede oturuyor?” sorularının, cevapları peşindeydi.

“Ben yazmazsam, yazamazsam, herkes zarar eder. İyi düşünün. Sonra pişman olmayın” diyerek, odadan çıktım. Diğeri halen arkamdan bağırıyordu, “O kadın kim, bir ara söyle bana!” diye…

Altı ay kadar yazmadım. Öyküleri bilgisayarımda tuttum. Ortalık yatışınca yeniden yazmaya başladım. Seçim sürecine girilmişti. Öyküler, edebi eserlerimin yerini siyaset almıştı. Önce yaşlı başkan yardımcısı geldi yanıma, “Bizden de bahsedersen sevinirim!” dedi.

Sonra diğer başkan yardımcısı, gittiği yerleri, yaptıklarını anlatarak, “Benden de bahset yazılarında” diye tembihledi…. İntihara meyilli, barda çalışan kurgu karakteri kadını unutmuş gibiydi…

Bir yazı var geride, bir de hiçlik!

Her ikisi de engellenemiyor işte!

Geçmişimi affediyorum, ya geçmişim beni?!

Remzi Aydın’ın kitaplarını düşünüyorum yine. Bir yazarın dediği gibi, yazar 4 kişi olmalı. Deli ve saplantılı! Malzemeyi sağlar… Moron. İçeriden çıkmasına izin verir. Üslupçu. Beğenidir. Eleştirmen. Akıl… Bunlar olmadan bir yazarı okur musunuz sahi?

Ah Erol Erkılınç üstat Ahh… Her satırı derslik, edebiyat şaheseri kelimeleri çizsem, burada okurlarla paylaşsam, ne güzel olmaz mıydı? Olmazdı! Başkasına imzalanmış kitapları, karalayamam ben. Deliliği, saplantılı hallerimi, moronluğumu, eleştirilerimi gördüm ben bu yazarda… O, fotoğrafçıyı o kadar çok kıskandım ki? Beni yine sen anlarsın, benden öte üstat!

Remzi Aydın’ın Piro serisi 5 kitabı, Fotoğrafçıyla giderek özdeşleşen ruh halim, kendimi bulma arayışlarım ve beni ben eden amansız umutlarım. Gemlik Son Nokta Gazetesi 39 sayıda batmış olabilirdi ama İnternet gazeteciliğine yeniden dönüyordu. Hiçliğe giden manevi ve derin yolda belki bir tek para kazanmayı öğrenememiştim ama yazarlığın dolambaçlı yollarında Piro’yu, Bava’yı, Seley’i de tanımıştım işte.

Ne diyordu Remzi Aydın, “Piro der ki, doğa zaman ve mekân içindedir. Fakat insan zamanı ve mekânı içinde hapseder. Çünkü o sonsuzluğu yutmuştur. Hayal ve ruh haliyle zamanı ileri ve geri alabilir. Mekânları alt üst edebilir. Düşünce, mekân ve zaman içine hapsedilemez. Kamil insan, her an istediği yerde ve zamanda olabilir! Nedenler nedeni yani gizli olan şey saf güzelliktir ve güzellik keşfedilmek ister. Bu ışık yolunun ana felsefelerinden biridir. O nedenle saf güzellik görünebilmenin yollarını arar ve gerekirse bir ayna yaparak bu güzelliği görebilenlere yansıtır. İşte insanın varoluş hikâyesi de burada başlar. Yani onu ifşa ettiren, kendisine olan aşktır. Tüm evrenin varoluş nedeni aşktır!”

Simit alıyorum, bir kahvehane önünde çay eşliğinde simidi parçalara bölerken susamlarını ve minik kırıklarını iki kumru ile paylaşıyorum. Masamda Cumhuriyet, Birgün ve Karar gazeteleri var. Genç bir çocuk, Cumhuriyet ve Birgün gazetelerini tanıyor, Karar Gazetesini, Korkusuz mu, Sözcü’mü anlayamadığı için bana soruyor. Üniversitede dış ticaret okuyormuş. Gazetelerden, dergilerden, kitaplardan konuşuyoruz. Gemlik Son Nokta Gazetesi takip et diyorum. Ona yazarlarımız Erol Erkılınç’tan, Ümran Akyavaş’tan, Abidin Uyar’dan, Yeşim Özdemir’den, Osman Doğan’dan, Burhan Özdin’den ve kendimden bahsediyorum. Bir de fotoğrafçıdan… Remzi Aydın’dan konuşuyoruz, Piro serisini özetliyorum. İlk fırsatta alacağını söylüyor. Teknolojiyi iyi kullanıyor bu üniversite öğrencisi, adımı öğrenince, google amcasına sormuş kaşla göz arasında, “Senin de kitabın varmış ağabey” diyor. İlk fırsatta Remzi Aydın’ın kitaplarını ve benim Zeytine Sor romanımı almaya söz veriyor. “Remzi Aydın kitaplarını al, Zeytine Sor hediyem olsun” diyorum…

Telefonum çalıyor. Değerli dost Cüneyt Yelkenci gelmiş. Anlaştığımız birahanede buluşuyoruz.

“Yazar, seni değil, sohbetini özledim. Neye içiyoruz?” diye soruyor…

Büyük bir yudum çektikten sonra, kadehi havaya kaldırarak;

“Bugün malt arpa da, buğday da, mısır da, pirinç de biziz. Bugün, nişasta da, köpük de, meyhaneci de biziz. Bugün meyhane de, saki de, sarhoşta biziz. Biz hiçiz ve hiçliğe içiyoruz” diyorum…

Hallac-ı Mansur’a, Nesimi’ye, Mevlana’ya, Şems’e, Karacaoğlan’a, Harabi’ye, Hızıra, Hakka ve insana da kaldırıyoruz kadehlerimizi…

Kendi saf cevherimi, Pir’imi, Bava’mı, Seley’i mi düşünüyorum sonra…

Belki yazarak;

Bulacağıma eminim…”

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>