Cemal Kırgız Yazdı; “ÜMRAN ABLANIN GÖZYAŞLARI…”
Köşe yazarımız Cemal Kırgız’dan enfes bir yazı. Kırgız;
“Rusya, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldırdı. Savaşın büyük bir yıkımla üç dört ay süreceği, Rusya’nın oldukça kanlı bu savaştan kısa sürede zaferle ayrılacağı öne sürülüyordu. Ukrayna, emperyalist desteklerle 8 aydır direniyor. Savaşın oldukça kanlı olacağını ancak kısa sürede Rusya lehine biteceğini söyleyenler yanıldılar. ABD, Avrupa, Asya, Rusya dörtgeninde satranç tahtasına dönen kanlı oyun uzun bir süre daha devam edecek gibi görünüyor. Neticede Ukrayna, Rusya tarafından ilhak edildiği açıklanan bölgelerde bile kahramanca direnişini sürdürüyor.
Lozan’da ülkemize verilen Ege Denizindeki adalar bile Yunanistan tarafından işgal edilmiş durumda. ABD’nin yeni oyuncağı Yunanistan, yine ABD’nin başını çektiği çok uluslu silah şirketleri tarafından ağır ve yıkıcı silahlarla donatılıyor. Yunanistan’da yayımlanan haritalarda, Türkiye’nin Ege Bölgesi, Karadeniz Bölgelerinin tamamı, Marmara ve Akdeniz Bölgesi onların sözde Mavi Vatanı adıyla, Megola İdealarına peşkeş çekilir nitelikte.
Ermenistan Başbakanı Paşinyan, Prag’da Erdoğan ve Aliyev arasında sus pus oturmuş, suratından düşen bin parçaymış, morali çok bozukmuş gibi yorumlarla verildi bizim medyada… Oysa Doğu sınırımızda da büyük bir oyunun fragmanları ortaya çıktı bile. Suriye ile olan sınırımızdaki mayınları 2010 yılında İsrailli bir şirkete temizletmiştik. Büyük İsrail Projesinin ilk adımı Kürdistan için pek bir engel kalmış görünmüyor. Bugün Mevlit kandili! 2020 yılı Şubat ayında yine bir kandil gecesinde Suriye’de, biz iç siyasete malzeme olarak, “Yansın İdlib, Yıkılsın Halep, 82-83-84-85… “ diye başlayan plakalar sayarken, güvenlik koridorunu 50 kilometrelere, 100 kilometrelere çıkaracağımız hayallerini sayıklıyorduk. Devlet aklı, devlet saygınlığı, devlet adabı kalmamıştı. Şahsım devletinin başındaki zat-ı muhteremin psikolojisine ve kişisel ilişkilerine göre yönetiliyorduk. Halen de öyle yönetiliyoruz. Ülkemiz, 15 kilometrede kalın uyarısına, uymayınca Rusya bizi cezalandırmıştı işte, o mübarek kandil gecesinde 35 askerimizi şehit vermiştik. Yetkililer o kara gecede sus pus otururken, bizler ekran başında, gözyaşları dökerek, feryat figan ederek, Hatay Valisinden gelen açıklamalara kilitlenmiştik.
35 şehidimizi unutturduk. Tıpkı, Suriye Bölgesinden gelen 200’e yakın diğer şehitlerimizi unutturduğumuz gibi. 15 kilometrede kaldık, İdlib, Halep, Kobani diye anlatan, bir daha plaka sayan da olmadı. “Bir gece ansızın gelebiliriz” babalanmasına, hayran kalmayı sürdüren cahil cühela kitlelerimiz var bizim. Ukrayna 8 aydır kahramanca direniyor. Biz 8 gün direnebilir miyiz?
Çok yalnızız çok.
Bizi yönetenlerin, 2. Abdülhamit ve Vahdettin Hayranı olmaları da kıllandırıyor beni. Biri 1,5 milyon kilometre kare toprak kaybetti, diğeri belgeli, bilgili vatan haini. Biri sürgüne kaçtı, diğeri İngiliz gemisiyle önce Malta’ya sonra İngiltere’ye. Malta dedim de aklıma geldi. Zehra Taşkesenlioğlu ve efradı Malta’da zevk-i sefa içinde yaşıyorlarmış.
Montrö Bildirisine imza koyan 12 Amiral’in rütbesi söküldü. Şimdi yeni anayasa diye tutturanların, 2010 anayasasıyla askeri, yargıyı, emniyeti ve birçok kurum ve kuruluşu FETÖ’ye bıraktıklarını biliyorum. Darbeyle sonuçlandı. Sonraki anayasa değişikliğinde de açlığa mahkûm olduk. Hem anayasa değişikliği deyip duruyorlar, hem de anayasa mahkemesi kararlarını da tanımıyorlar. Bu ülkenin çivisini çıkardılar. Ülke halkı açlık, sefalet içinde kıvranıyor, yöneten liderlerimiz ülkenin çimentosu, gökkuşağı olan halkın giyim kuşamıyla siyaset yaptıklarını sanıyor. Peygamber ocağımızın içi boşaltıldı, dış politikadaki yanlışlarla yalnız bırakıldık, enflasyon belimizi büküyor, illet, zillet, terörist denilerek insanlar ötekileştirip, kutuplaştırılıyor. Ülkeyi bölmeye, parçalamaya, emperyalistlere teslim etmeye ant içmişlerin küçük oyunlarını kahrederek izlemek zorunda bırakılıyoruz.
Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Musa Anter, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi aydınlarımız öldürüldü bizim. Bu ülke, domuz bağıyla kımıldayamaz hale getirilmiş kişilerin, uzunca süre işkence edilerek öldürülüp, betona gömülme sahnelerini izledi. Bu millet, Aczmendi, Hizbullah, Fetö gibi tarikatçıları, din adı altında faaliyet gösteren teröristleri gördü. Bu ülke, dinin magazin kaymağını da yedi. Fadime Şahin, Müslüm Gündüz gibi kurma karakterlerin, büyük tuzağa giden yoldaki piyonluklarını, ekran başında dizi izler gibi çekirdek çıtlatarak izledi. Kimsenin umurunda olmadığı, başörtüsü, türban, örtünme ya da her ne haltsa o olguyu, ülkenin en önemli sorunuymuş gibi gösterterek, devlet ele geçirmelerle, kutuplaşmalarla, darbelerle, ötekileşmelere, kin ve nefretle bugünlere getirildi.
1999 yılı Mart ayı.
Refah Partisi 16 Ocak 1998’de kapatılmış, bağımsız kalan 150 milletvekili Mayıs 1998’de Fazilet partisine geçmişti. Dönemin Gemlik Belediye Başkan adayı Mehmet Turgut’ta Fazilet Partisine geçenlerdendi. Listesini yapmış, 1994 ile 1999 arasını hiçbir iş yapmadan, çivi bile çakmadan geçiren ANAP yerel yönetimine karşı seçimleri kazanmıştı. Listesinde, iki de türbanlı Belediye Meclis üyesi vardı. Ümran Yıldız ve İnci Özsabuncu.
Şimdi, Asım Kocabıyık Camii olan, yıkım öncesi belediye sarayı olan binanın belediye meclis salonunda mazbata töreni ve ilk belediye meclis toplantısı yapılacaktı. Polis, asker yoğun güvenlik önlemleri içersinde yapılan toplantıda, Ümran Yıldız ve İnci Özsabuncu’nun mazbataları verilmedi, protestolar eşliğinde de meclis üyelikleri kabul edilmedi. Yerlerine, yedek üyeler meclis üyesi sayılırken, İnci Özsabuncu ve Ümran Yıldız, halkın oylarıyla seçildikleri salondan, polis ve asker eşliğinde çıkarıldılar.
Olay Gazetesi’nin, Anadolu Ajansı ve Cumhuriyet Gazetesinin Gemlik temsilciliğini yapıyordum. Arkalarda kimi meclis üyeleri ve yandaşları protesto nidalarını yükseltirken, Fazilet Partililer sadece o da cılız biçimde alkışlı protesto yaparak bu uygulamayı eleştiriyorlardı. İnci Özsabuncu, içinde bulunduğu durumun kötücül hissiyatına rağmen, dimdik salondan çıkarken, Ümran Yıldız gözyaşlarını tutamamıştı. Tek suçları, başörtüsü takmak olan bu insanlar, halkın oylarına rağmen, temsil yetkisi elinden alınan, sakıncalı kadınlardı.
Ümran Ablanın o gözyaşlarını asla unutamadım. Gazeteciliğin en zor anlarından birisini yaşıyordum. Gemlik’te herkesin tanıdığı, sevdiği, ablası, kardeşi olan İnci Özsabuncu ve Ümran Yıldız, yanlış siyasetin, kurgulanmış, yanlış devlet politikasının kurbanı oluyorlardı ve gazeteciler dâhil hiç kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Bir de üstüne üstlük, fotoğraflarını çekip, neler olup bittiğini yazmak zorunda olan bizlerdik. Zaman durmuştu sanki Ümran abla ve gözyaşları objektifimin ucuna sonsuza kadar yapışmış gibiydi.
Rahmetli babam ramazanda oruç tutar, onun dışında akşamcılığı severdi. Rahmetli annem, Alzheimer hastalığına yakalandı, kalp krizi geçirdi, yoğun bakımda geçen 27 günün sonunda vefat etti. Alzheimer oldu, kardeşimin, benim ismimi unuttuğunu gördüm, ama bir şeyi unutmamıştı. Ezan sesini duydu mu, namaz kılmayı…
Ne oldu da bu ülkeyi, saçma sapan konularda, bölünmenin darbelerin eşiğine getirmişlerdi. Türk aile yapısının gelenekselleşmiş, mahalle baskısız, hem muhafazakâr hem de laik yaşamını kimler, neden baltalamıştı?
Türkiye’ye kurulan tuzaklar, aydınların katledilmesiyle başlamış, muhtıra ile perçinlenmişti. Darbeyle nihai amacına ulaşmıştı. Bir yanda halk desteğinden yoksun, genelde aynı beylerin, aynı kadınların katıldığı her akşam Atatürk Anıtı önündeki bir dakikalık aydınlık eylemleri diğer yandan, cadı avı gibi kurum ve kuruluşlarda başörtüsü yasağına uymayanların toplumdan dışlanması.
Gemlik’te Halk Eğitimi Merkezinin yaptığı geleneksel yemek yarışması yapıldı. Jüri üyeleri, en güzel yemek yapan bir kadının başörtülü olup olmadığına bakmamıştı. Kadın sahneye geldi, gülüyordu, birinci seçilmiş ve ödülünü alacaktı. Ama öyle olmadı. Çünkü başörtüsü vardı. Kaymakam hiddetlendi, Halk Eğitimi Merkezi Müdürüne, jüri üyelerine ve dolayısıyla en güzel yemeği yapan kadına bağırıp, çağırdı. Haber yapmak zorundaydım, haberi yaptım. O halk eğitimi merkezi müdürü halen benimle konuşmaz.
Kötü günlerdi, özellikle okullardan haberler geliyordu. Bugünde derse başörtüsü ile girmek isteyen bir öğretmen okuldan uzaklaştırıldı diye. Haber yaptıklarımdan birisi de, S.Y. isimli bayandı. İsimlerini vermiyor, saçma uygulamayı o kişilerin adını açıklamayarak, basın olarak çaktırmadan protesto ediyorduk. S.Y. isimli öğretmen Kurtul Köyü ilkokuluna alınmamıştı. O; S.Y. isimli bayan, daha sonra Gemlik’te 8 yıl belediye başkanlığı yapacak olan Refik Yılmaz’ın eşiydi.
Örf ve ananeleri, CIA operasyonuna kurban edip, tartışmaya açarak, en kötüsü de bunu devlet argümanı olarak kullanıp, halk arasında kutuplaşmaya sevk ederek bugünlere geldik.
Sevgili eşim Güler, en çok Bursa Cantığını sever. Gemlik’te de yedik ama o, Gemlik’te cantık değil, pide yapıldığını söyleyip durur. 2015’te Bursa’da birlikte yediğimiz cantığı hep örnek olarak gösterir. Reyhan Pazarında gezerken, 2015 yılında yediğimiz cantıkçı dükkânının önünden geçiyorduk. Hatıralara kapıldık, birer cantık söyledik. Siparişimizi verdik oturduk, ben bir sigara yaktım, çevreye bakınarak tüttürüp, cantığın pişmesini bekliyordum. Yanıma tespih satan bir genç geldi. Cebimden üç tane tespih çıkardım. “Var, sağol almayacağım” dedim. Çocuk, kulağıma eğilerek, “Tespih satmak için gelmedim ağabey, varsa bir sigaranı almak isterim” dedi. Bir değil, iki sigara verdim. Giderken, bileğine sardığı tespihlerden birisini-sarı olanını- masama bırakarak, “Sen bana sigara verdin, bu tespih sana benden hediye olsun” dedi. Genç çocuğun peşinden koştum, zorla 10 lira verdim.
Döndüğümde sipariş hazırdı. Parasını ödeyip, kalkacaktık ki, orta yaşlarda, dilenci olamayacak kadar iyi giyimli bir kadın yanımıza geldi. Utangaç ve mahcup bir ses tonuyla, eşime eğilerek, “Çok açım, param da yok. Bana da bir tanecik cantık söyler misiniz?” dedi. İkiletmedik, bu kadına da bir cantık ve ayran söyledik.
Arkamızdan, dualar ediyordu, “Dönüp, abartma abla, alt tarafı bir cantık” diyecektim ki, gözleri nemli nemliydi… “Afiyet olsun” demek zorunda kaldım. Eşim sordu, “isminiz ne?” diye, “Ümran abla” dedi…
Ağlayan, gözleri yaşlı, gözeri nemli, gözleri hüzünlü; Ümranlardan Ümran beğen..
Hangisi bu ülkenin gerçek gündemi acaba diye düşündüm.
Laik yaşamın sorgulanmadığı, Cumhuriyetin çimentosu olduğu, eski günlerdeki mütevazı aile hayatı mı, çünkü içinde kimsenin başörtüsüne halel getirdiği yoktu… Fadime Şahinli, Müslüm Gündüzlü, Hizbullahlı, Aczmendili, FETÖ’lü, domuz bağlı, darbeli, ipi emperyalistlerin elinde olup, bir ülkeyi karanlığa, bölünmeye, parçalanmaya ve yalnızlığa götüren, siyasallaştırılmış din soslu yaşam biçimi mi?
Ne çok zaman, enerji, insan kaybettirdiler bize…
Gemlik’in tanıdığı, sevip, saydığı Ümran Yıldız ablanın gözyaşları mı daha çok acıtır içinizi, o gözyaşlarının sele, denize, okyanusa dönüşüp, kullanıldıktan sonra intikam aracı haline getirilip, açlığa mahkûm edilmiş, lokanta önünde ailelerden yemek dilenen Ümran hanımın gözyaşları mı?
Her ikisi de diyen, insandır işte. Bize de her ikisi diyen vatanseverler gerek zaten.
Gemlik Son Nokta Gazetesi yazarı değerli öğretmenim Ümran Akyavaş geldi aklıma… Sürekli, yazılarıma yorum yapanlara, “Hep övgü, hep övgü, biraz da eleştirin, tartışma olsun” diye yorumunu ekler sevgili Ümran hoca… Aydınlansın şu kirli yüzler diye, sen de çok çektin be hoca?
Ben cevabımı naçizane verdim zaten.
Ümran Hocanın da görüşlerini almak isterim bir yazısında…
Sansür yasası resmileşmeden, başa dönelim.
Ukrayna 8 aydır direniyor.
Sahi biz 8 gün dayanabilir miyiz?
Bizim gerçek gündemimiz ne?
Açlık ve sefalet mi? Ülkemizin bölünmek, parçalanmak istenmesi mi?
Yoksa halen akıllanmadığımız, ders almadığımız türban, başörtüsü konusu mu?
Kurucu ayarlarımız ve inançlara saygılı anayasal güvenceli laiklik anlayışımız mı? Siyasal İslam ve bitmek tükenmek bilmeyen sömürüsü mü?
Sadece başka gözyaşları görmemek, başka zaman kaybetmemek ve geç olmadan uyanmamız için soruyorum?
Vatanseverler yanıtlasın.”