HAYAT YARIŞTIR
Bir kasabada birinci sınıf verdiler. Başladım çalışmaya. 26 yıl süren öğretmenlik hayatımda on kez birinci sınıf okutmuşum. Ortalama elli öğrenciden (yetmiş öğrenci okuttuğum da oldu) beş yüz çocuğa okuma yazma öğretmişim. Okuma yazma öğretme olayı bana hep sihirli bir eylem gibi gelir. 29 harfi birleştirerek; sayısız hece, on binlerce sözcük ve yine sonsuz sayıda tümceler oluşturulur. Çoğu insan, dağarcığında olan üç yüz sözcükle, başkalarından duyduğu tümceleri kullanarak konuşup, yazarken -en rahatı onlardır- az sayıda insan kendi tümceleri ile konuşup, yazmak için kafa yorarlar. Okumaktan, dinlemekten zevk aldığımız; anlama, kavrama yeteneğimizi geliştiren bu insanlardır. Kendi tümceleriyle konuşup, yazan az sayıda insanlarla karşılaşanlar şanslı insanlardır.
Dışarıdan bakanlar öğretmenlik mesleğini kolay sanır; “ondan kolay ne var? Abc ile biraz da hesap öğrettin mi tamamdır.” gözüyle bakarlar. Durum hiç de öyle değildir. Diğer bilimler gibi pedagoji bilimi de emekleme dönemindedir hâlâ. Sınıfınızda kırk öğrenci varsa onlara ulaşmak için kırk yönteminiz olmalıdır. Dış etkenlerden etkilenerek ruh hali sürekli değişkenlik gösteren insan yavrusunu eğitmek için kırk yöntem de yetersiz kalır. Uyguladığınız bir yöntem bazı çocuklarda yararlı olduğu gibi, bazı çocuklarda zararlı olabilir. Burada spontane yöntemleri devreye sokmak gereklidir.
Kanunda yer almayan durumlarda yargıcın takdir yetkisini kullanması gibi, öğretmenler de yeni yöntemler icat etmelidirler. Eğitim işine kafa yoran eğitimciler insan eğitmenin çok zor olduğunu iyi bilirler.
Neyse, sınıfa döneyim. Başladım oyunlar içinde okuma-yazma öğretimine. En güzel eğik, dik çizgi çeken, fiş cümlelerini en güzel yazan, en güzel resim yapanların eserlerini panoya asıyorum.
Yazın bahçede; mendil kapmaca, mendil saklama, köşe kapmaca, yakan top, futbol, voleybol yarışmaları yaptırıyorum. Soğuk havalarda, sınıf içinde; tebeşir saklama, gece-gündüz, deve cüce, varda yokta, vız vız… oyunları oynatıyorum. Her oyun doğal olarak yarışma içeriyor ve birinci gelenler alkışlatılarak ödüllendiriliyor. Şimdi pedagoglar diyecek ki: “Çocukları yarıştırmak doğru değil.” İyi de hayat dediğin de spermlerin yarışması ve birinin birinci gelmesiyle başlamıyor mu? Yarışma hayatın içinde var zaten. Seksen milyon yarışa giriyor da, içlerinden biri birinci gelip ülkeyi yönetmiyor mu? Yanlış da olsa yarış, yaşamın ta kendisi zaten. Çocuklar da hayata hazırlanmalı değil mi?..
Yarışmalarda birinci gelenler sonraki oyunu yönetmekle ödülünü alıyor. Okuma yarışmasında birinci gelen alkışlatılıyor. Yazılıdan en fazla puan alan üç çocuk tahtaya çıkarılıp alkışlatılıyor… Sınıftaki her çocuk mutlaka bir yeteneğinden dolayı ödülünü alıyor.
En ön sırada oturan Serkan hiçbir yarışmada birinci gelemedi. Bu durum dikkatimi çekiyor ama elden de bir şey gelmiyor. Çocuk gayret ediyor ama bir başarısı yok. Yazısı kötü. Panoya hiç resmi asılmadı. En son o okumaya geçti. Okuma yarışmasında en sonuncu. Kilolu ve hareketleri yavaş olduğundan koşularda, oyunlarda bile gerilerde kalıyor. En ön sırada dili hep dışarıda, hırıltılı nefes alarak başarılı olmak için gayret ediyor ama olmuyor. Yaşamında tek birinciliği; binlerce sperm arasından birinci gelip yumurtayı delmesidir.
Bu durum onun da dikkatini çekmiş olmalı ki dili dışarıda yanıma geldi. Hırıltılı nefes alarak yine hırıltılar arasından ayıklayarak anladığım sözcüklerle; “öğretmenim ben de birinci gelmek istiyorum. Ben de alkış almak istiyorum. Herkes birçok kez birinci oldu ben olamadım. Beni de birinci yap öğretmenim” dedi. Üzüldüm. O andan sonra Serkan’ı düşünmeye başladım. Bu çocuğu nasıl birinci yapabilirim?
Eve geldim. Öğretmenler evlerine iş getirirler. Yirmi dört saat çalışırlar. Rüyalarında bile çalışırlar. Televizyon açık televizyona bakıyorum. Aklım Serkan’da. Öyle numaradan birinci getirmeyi sezer çocuklar. Sahici bir birincilik olmalı. Bıyıklarımı aşağı doğru sıvazlarken Serkan’ı birinci getirecek yarışmayı buldum. Huzur içinde uyudum.
Sabah okula gittim. Rutin derslere devam ettim. Matematik dersinde baktım çocuklar yoruldu, dikkatleri dağıldı; “çocuklar şimdi bir yarışma yapalım mı?” dedim. “Eeeveeet!” dediler. Zaten, ders olmasın da; oyun olsun, öğretmen anılarını anlatsın, yarışmalar yapalım, mutlu mesut yaşayalım isterlerdi. Yarışmamız; “dilini dışarıda en fazla tutma yarışması.” dedim. Çocuklar şaşkın, “böyle de yarışma mı olurmuş? Bizim öğretmen de bir acayip adam” bakışları atsalar da dillerini çıkarmaya başladılar bile…
İki gönüllü çıkardım tahtaya. Dillerini çıkarıp beklediler. Hakem benim. Dilini içeri çeken eleniyor. İki dakika geçmeden biri dilini ıslatma gereksinimi duyup dilini içeri çekince elendi, yerine oturdu. Başka bir çocuk çıktı. Böyle devam ederken Serkan kuşkulanmasın diye onu ortalara doğru çıkardım. Serkan’ın dili zaten hep dışarıda olduğundan, yanına gelen gidiyor. Serkan sabit. Gelen gitti gelen gitti tüm sınıf elendi. Serkan birinci geldi.
Serkan bu yarışmada; beni, okuldaki tüm öğretmenleri ve tüm öğrencileri, okul müdürünü, hatta kaymakamı bile geçerdi. Sınıf başladı Serkan’ı alkışlamaya. Serkan çok mutlu oldu. Ben de yanına gittim kucaklayıp “aferin Serkan!” deyince mutluluğu daha da arttı. Yerine gururla bir geçişi vardı ki, görmeliydiniz.