HOŞGÖRÜ
Geçenlerde; gürültülü müziklerin çalındığı, halayların çekildiği Bursa’da ünlü bir otelin açık düğün salonundan saat yirmi üç gibi ayrılıp Bursaray’a bindim. Nilüfer İstasyonu’ndan iki genç bindi. Ellerinde bir gitar; kulakları küpeli, biri kirli sakallı, diğeri top sakallı, kollarında ve boyunlarında dövmeler olan gençlerdi. Arkamı dönüp gençlere bakınca kırk beş yıl önce Çetin Altan’ın ‘Şeytan’ın Gör Dediği’ köşesinde hala unutamadığım bir yazısını anımsadım. Çetin Altan -aklımda kaldığı kadarıyla- şöyle yazmıştı: ”Avrupa’da hippi gençler peydah oldu. Bu gençler; uzun, kirli, bitli saçları, vücutlarında dövmeleri, motosikletleri, hırpani ve kirli giysileriyle, düzensiz yaşamlarıyla toplumun dikkatini çekmişti. Aynı dönemlerde bizde de hippiler çıktı. Avrupalılar bu hippilere hoşgörü gösterdi. Bu tahammül ediş, onlarda müthiş bir hoşgörü ortamının yaratılmasını sağladı. Hoşgörü, kuşku, özgürlük bilimsel gelişmenin ateşleyici gücüdür. Hippiler bir katalizör gibi toplumu dönüştürüp sonradan kendiliğinden yok oldu, gittiler. Bizim toplum, hippilere tahammül edemedi baskı ve fiziki müdahalelerle yok etti. Hoşgörü kervanını maalesef kaçırdık.” Ben bu gençleri hippilere benzetmiştim nedense?
Arkam onlara dönük otururken biraz sonra gitar sesi duydum. Önce birinin telefon sesi sandım. Gitar sesi devam ederken, Züğürt Ağa filminde Şener Şen’in kamyoneti ile ilk domates satarkenki kısık, mahcup sesi gibi bir ses gitara eşlik etti, ‘Hayde Gidelum Hayde …’ Arkadaşının sıkıldığını anlayan, gitar çalan genç de eşlik etmeye başladı. Eğitimli sesler oldukları türküyü çok güzel söylemelerinden anlaşılıyordu.
Türkü devam ederken bazı yolcuların suratlarının düştüğünü fark ettim. Karşımda oturan otuz yaşlarında kaslı bir adamın yüzünü inceledim; suratı asılmış; yanağındaki çene eklemleri hırt hırt ederek, ileri geri gidip geliyordu. Belli ki şarkı söyleyenlere gıcık olmuştu. Müdahale etmeye hazırlanıyordu…
İki vagonun arasındaki boşlukta sanatlarını icra eden gençler, şarkıyı bitirince arka vagondan alkış sesleri geldi. Belli ki o vagondakiler gençleri destekliyorlardı. Benim bulunduğum vagondan bir tek ben alkışlayıp, gençlere desteğimi gösterdim. Asıl amacım karşımdaki adamın ve benzerlerinin gençlere tepki göstermelerini önlemekti. Adam benim alkışlamama hayretler içinde, şaşkınlıkla baktı. Yüzünden büyük bir hayal kırıklığına uğradığı anlaşılıyordu. Dikkatini gençlerden bana yöneltip, beni incelemeye başladı. Bakışlarından; “şu yaşlı adamın bana destek olacağını düşünürken beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu yaşta bu ne hoşgörü? Tipine, kıyafetlerine bakınca okumuş yazmış, güngörmüş birine benziyor. O tepki vermediğine, bir de bu kadar alkış yapanlar olduğuna göre, benim karışmam yanlış olacak. Öbür vagondakilerden önce bu yaşlı adamla uğraşmam gerekecek gibi gözüküyor. Bana da sert sert de bakıyor. En iyisi bu olayı sineye çekmek, dişimi sıkıp oturmak. Kendimi gösterme olanağım da gümbürtüye gitti bu arada!” diye düşündüğünü tahmin ediyorum. Adamla aramızda hiç konuşmadan tartışma yaşıyorduk. Etraftakiler de aramızda geçen tatsız tartışmayı gözleriyle dinliyorlardı.
Gençler baktılar ki işler yolunda bu sefer de Şener Şen’in bir hafta sonra mahcupluğunu üzerinden atıp, hoparlörden gür bir selse, “domateeees domateeees!” diye bağırması gibi “Dostum Dostum” türküsünü gür bir sesle söylemeye başladılar. Çok harika söylüyorlardı. Ben de karşımdaki adamın ve diğerlerinin tepki verip gençlerin morallerini bozamayacaklarının verdiği rahatlıkla türküyü dinleyip tadını çıkarmaya başladım. O türkü de bitince bütün vagonlardan alkış sesi yükseldi. İçimden, “İşte benim güzel ülkemin güzel insanları!” diye geçirdim alkışlarım arasında. Gençlerden biri bir poşetle dolaşırken; “destek olmak ister misiniz” diyordu. Şehreküstü İstasyonu’nda gençler indiler. Onlara, gitarları ve özgüvenleriyle merdivenlere doğru çıkarken arkalarından baktım. Benim gibi diğer yolcuların da, “keşke bu gençler, birkaç istasyon daha gitselerdi” diye düşündüklerini tahmin ediyordum.
Tren yoluna devam ederken, Suudi Arabistan Cidde’de yaşadığım benzer bir olay geldi aklıma. 2000 yılı, sıcak bir şubat akşamında evde sıkılıp; beyaz arabama binip sahile doğru yola çıktım. Türkiye’de hiç yapmadığım; arabayı bire takıp, en sağ şeritten, gaz vermeden yavaş yavaş gidiyorken bir yandan da Neşet Ertaş’ın ‘Ah Yalan Dünya’ türküsünü dinliyordum. Zaten amacım vakit geçirmek olduğundan sahile giden en uzak ve sakin yolları seçmiştim. Sahilde uygun bir yere arabamı park edip, yürümeye başladım. Sahildeki hava daha beterdi. Sanki bir hamamın saunasındaydım. Bir yer, yılın üç yüz altmış günü güneşli olur mu? Tamam, güneşli günleri çok severim ama, bal yiyen baldan usanır…
Sahilin geniş kaldırımından ileri doğru yürümeye başladım. Biraz sonra bir GMC araç durdu. İçinden dört genç indi. Aracın teybinden o yıllarda moda olan Michael Jackson’ın bir şarkısını açtılar. Aynı sanatçıya benzeyen esmer bir genç dans etmeye hazırlandı. İnce, uzun boylu genç; siyah pantolon, siyah gömlek giymiş, siyah fötr şapkasını önüne indirerek müziğin ritmine uygun başladı aynı Jackson gibi dans etmeye. Hemen ilgimi çekti. Durup izlemeye başladım. İçimden de,” Allah Allah! Demek burada da çılgın insanlar varmış!” Bizim ülkede sıradan bir olay krallık ve şeriatla yönetilen bu ülkede çılgınlıktı ve suçtu. Kimse karışmıyor; yerli, yabancı herkes ilgiyle izliyordu genci. Diğer üç genç ve izleyenler de alkışlarla ritim tutuyorlardı. Beş dakika geçti geçmedi gençler hemen müziği kesip, apar topar araçlarına binip kaçarcasına ayrıldılar. Ben, neden kaçtıklarını anlamaya çalışırken, neden kaçtıklarını bir Mutavva (Şeriat kurallarına uymayanlara müdahale ile görevli imam) ve yanındaki iki askerin araçlarından inip çevredeki insanlardan gençler hakkında bilgi toplamaya çalıştıklarında anlamıştım. Demek ki izleyenlerden biri ihbar etmişti.
Gençlerin yaptığı burada suçtu. O gençleri buldular mı bulamadılar mı bilmiyorum. Buldularsa kırbaç cezasına çarptırmışlardır büyük olasılıkla.
ahmet.kocak16@hotmail.com