İbrahim Sanalp yazdı İBRAHİM EFENDİ KONAĞI
Köşe yazarımız İbrahim Sanalp makalesinde;
Kitap adı: İbrahim Efendi Konağı. Yazarı: Sâmiha Ayverdi. Türü: Roman. Sayfa sayısı: 429.
Görüp duyduklarımızı, tadıp kokladıklarımızı, kudretimiz ölçüsünde, gelecek nesillere aktarmak hem mecburiyet hem mesuliyet olur. Bu durum, bir vazife olur.
1909 senesinde, İbrahim Efendi seksen yaşındaydı. Hilmi Bey’in torunu Sâmiha Ayverdi, dört yaşındaydı. Hilmi Bey, ağabeyi İbrahim Efendi’den on yaş küçüktü. İbrahim Efendi, Osmanlı Meclis-i Maliye Reisi olur. Bu makam, İbrahim Efendi’ye gelir kaynağı olmuştur. İbrahim Efendi’ye hediyeler sunulmuştur.
Sevmeyi bilmek, sevebilmek: bir hüner olur. Sevgi, sevgisiz ortamda kendini gösteremez. İbrahim Efendi, itibara, debdebeye, mevkie önem verirdi. Kadın, ev için lüzumlu ve işe yarar bir nesnedir. Karısı ölünce, İbrahim Efendi: konağındaki odalıklarla yaşamaya başladı.
Halet Hanımefendi, Hilmi Bey’in karısı olur. İbrahim Efendi’nin kızları, Şevkiye ve Şükriye Hanımlar için: eğitici ve koruyucu olmuştur. Sayılan, sevilen, yardımseverdir.
Devlet adamında kin ve menfaatçiliğin bulunmaması istenir. Devletin yüceltildiği görülür. İnsanlar, bir liderin etrafında toplanırlar. Osmanlı Devleti’nin lideri olan padişahlar, buna örnektir.
Köşk, konak, yalı: saray kopyası yapılardır. Halayık, sütnine, lala, kavas, haremağası, uşak, aşçı, kürekçi, yamak kadrosu vardı.
Devlet aşar, cizye, tuzla, gümrük vergileri alırdı. Gelirler, giderleri karşılardı. Zamanla gelir-gider dengesi: gelir azalması nedeniyle bozuldu. Devlet, borçlanmaya başladı. Görevlilerin ücretleri, zamanında ödenemez oldu. Görevliler, maaşlarını rehin gösterip: sarraflardan borç almaya başladılar.
Sarayda, konaklarda, köşklerde, yalılarda lüks yaşantı vardı. Ziynet eşyaları kullanılırdı.
Yemek zamanı, yere sofra örtüsü yayılır. Üzerine dört ayaklı şâhi konur. Şâhi’nin üstüne: bir meydan sinisi konur. Sininin etrafına, minderler konur. Kaşıklarda çeşitli süslemeler vardır. Mum, aydınlatma aracıydı. Mumculuk, geçerli bir meslekti. Günlük yaşantıda, her şeyde bir üslup ve nizam vardı. Devlet idaresinde ve cemiyet düzeninde, ahenk ve nizam vardı.
Kadının iliklerine, şifahi bir kültür işlemişti. Çeşitli elişlerini, kadınlar yapardı.
Yemekten sonra, kahve içilirdi. Çubuklara konan tütünler içilirdi. Haremde kalfalar hizmet ederdi. Selamlıkta ağalar hizmet ederdi. Haremle selamlık arasında, haremağaları iletişim kurardı. Zengin ailelerin kışlık konakları ve yazlık köşkleri vardı. Kışın kışlıkta ve yazın yazlıkta yaşanırdı.
Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde: taht, halkın alakasını çekmiştir. Hükümdarın ve idarecilerin etrafında, halk toplanmıştır. Mahalle kurma geleneğinde, merkez önemlidir. İbadethane, mahallenin merkezinde olur. Mahallede, iç içe daralan halkalar oluşur. Bu durum, bir ailenin çevresine kadar iner. Bir çınar altı merkez yapılarak toplanılır. Çeşme, imaret, medrese, meydan, çarşı: mahallenin parçalarıdır. Mahallede imam, muhtar, bekçi yetkili kişilerdir. Yetkileri çerçevesindeki sorunları çözerler.
Vezir dairesinin teşkilatında: kethüda-kâhya, kâtipler, haremağası, divan efendisi, mektupçu, hazinedar, imam gibi görevliler vardır. Vezirin muhafız taburu vardır. Devlet dairelerine, kapu denir. Ayrıca uşak, seyis, arabacı gibi görevliler vardır. Hiyerarşiyle işler yürürdü. Görevlilerin terfiinde tören yapılır ve dua okunurdu. Keçe külâh edilmek: işten atılmak demektir.
Vezir konağında, harem kalabalıktı. Cariyeler, hanendeler, sazendeler, oyuncu kadınlar, kalfa kadınlar, tayalar, haremağaları gibi. Yirminci yüzyıl başında, haremdeki çalışan sayısı: kırk-elliye inmişti.
Konaklardan yoksullara yardım yapılırdı. Dalkavuk, bohçacı, terzi, işlemeci: konağın birer parçasıdır. Kumaş üzerine yapılan işlemelerin bir kısmı, Avrupa taklididir.
Ermeni komiteciler sık sık ayaklanırdı. Sivas, Erzurum, Kayseri, Kars, Adana, Zeytun gibi yerlerde: silahlı ayaklanmalar olurdu. İsyanlar yine silahla bastırılırdı. Toplumda uzlaşarak anlaşmak gerekir. Olaylardan ibret almak, toparlanıp silkinmek, şuurlu olmak bir kültür ve seviye meselesidir.
Politika felsefesine ve mukayeseli devletçilik bilgisine göre, Avrupa’da yönetici yetiştiriliyordu. Avrupa’da siyaset bilgisi öğreniliyordu. İbrahim Efendi, pratik ve şifahi bilgi sahibiydi. Mali konularda, süratli ve isabetli kararlar verirdi.
Avrupa’da siyasi toplantıların-kongrelerin müzakereleri, kararları: bir tebliğle dünyaya ilan ediliyordu. Demokrasi denilen yönetimde, alıp verilen soluklara kadar her şey anlatılıyordu. Avrupa saldırılarına karşı gerekli tedbirler alınamadı. Osmanlı Devleti, güzel bir kadın gibi aynaya bakmadı. Solup sarardığını görmedi.
Bizans, az sayıda bilgili yöneticiye sahipti. Bu yöneticiler, Bizans’ı koruyamadılar. Osmanlı Devleti de az sayıda, bilgili yöneticiye sahipti. Padişah ve az sayıdaki bilgili yönetici, memleketi kurtarabilecek miydi? İktisat bilgisi gelişmişti. İbrahim Efendi, iktisat bilgisine sahip değildi.
Maddi kudrete sahip Garp teknolojisi, Şarklı devlet adamının zihin duvarına çarpıp geriye atılmıştı. Şark medeniyetinin, Garp makine medeniyetinden ince ve üstün olduğuna şüphe yoktu. Şark medeniyetinin, makinelerin ayakları altında un ufak olacağına: şüphe etmemesi de çok garipti.
Not: “Bilgi, dini bilgi ve dünya bilgisine ayrılır. Her toplum, dini bilgi ve dünya bilgisi bütünlüğü üstüne medeniyetini kurar. Emek ve sermaye bütünlüğü, serbest piyasayı oluşturur. Emek-sermaye ayrımına göre toplum gruplara ayrılır. Din, dil, ırk, mezhep, tarikat, cemaat ayrımı olmaz. Bir dünya medeniyeti vardır. Doğu-Batı medeniyeti ayrımı olmaz.”
Kürek ve yelken devrinden, buhar ve makine devrine geçmek: bir çeşit haysiyetsizlik kabul ediliyordu. El ve tezgâh işinden fabrikasyona atlamak: bir çeşit haysiyetsizlik kabul ediliyordu.
Mimarlık, müzik, şiir alanında sanatçılar yetiştirildi. Siyasi, içtimai, hukuki, iktisadi organizmayı birbirine lehimleyen yeni kurallar konamadı. Devletin ana prensipleri çürümüştü. Garp selameti, vahdetli bir teşkilat esasında aradı. Şark, keyfi, başı-bozuk durumdadır.
İkinci Sultan Abdülhamit, bir memleketin kalkınmasında, insan gücünü değerlendirmenin ve cehaletle güreşmenin hemen tek selamet çaresi olduğuna inanmış büyük devlet adamıydı. Değişen dünyaya karşı, değişmeyen usullere demir atıp kalmış bir mantalite: irfan, siyaset, cemiyet hayatımıza pençesini geçirmişti. Padişahın her iyi işine: kötü diyen bir zümre, piyasaya sürülmüştü.
Not: “Osmanlıca, Farsça, Arapça, Türkçe dil kuralları ve kelimelerden oluşur. Otuz iki harfli elifbası vardır. Üç sesli harfi vardır. Türkçede sekiz sesli harf vardır. Sesli harf eksikliği nedeniyle: Elifba ile Türkçe okumak yazmak çok zordur. Osmanlıca, az sayıda divan kâtibi tarafından okunan ve yazılan bir dil olur. Bu nedenle İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca eğitim veren okullar açılır. Başta Hıristiyan azınlıklar, çocuklarını bu okullara gönderirler.”
Avrupa siyasi çevreleri, “devlet sırrı” teamülünü kaybetmişti. Demokrasi dedikleri bu idare tarzı, kedi gibi yavrularını yerse: şaşmamalıydı. Basın her şeyi eleştirip halka anlatıyordu. Derli toplu ve sessiz sedasız iş görme imkânları, felce uğramıştı.
Garp, milli hâkimiyet esasına körü körüne bağlılık ve esaretten hürriyete geçiş parolasının peşinde: çocukça çabalayışıyla başına daha neler getirecekti. Aynı zihniyet hayranlığı, hudutlarımızı geçip Osmanlı Devleti’ne atlamıştı. İşte korkulan tehlike buydu. Bir hürriyet lafı söyleniyordu. Bu hayalperestlere, “Jön Türk” deniyordu.
Zamanın padişahı, bu cahil kalabalığa: hürriyetten evvel, hür olmanın yollarını arayalım, diyordu. İbrahim Efendi, tehlike sezdiği hamlelerden uzak durmuştu. Gözlerden uzak körfezlerde, az mı av yakalamıştı?
Raşel, Avrupa görmüş bir kadındı. Paris’te yaşamıştı. Kendi dikişine, “moda evi dikişi” adını verirdi. Dikişinin bir güzel sanat olduğunu, söylerdi. Avrupa yaşantısı konaklara: Raşel gibi terziler eliyle giriyordu.
Selamlık, erkeklerin vaktinin büyük bir kısmını geçirdikleri yerdir. Dış ağası, gidiş ağası, haremağası, seyisler, uşaklar, aşçılar, bahçıvanlar, yamaklar, mahalle bekçileri: selamlıkta bulunurdu. Ayvaz, gelen misafirleri karşılardı.
Kahvenin iki türü vardı. Dibekte dövülen kahve ve değirmende çekilen kahve vardı. İbrahim Efendi, dibekte dövülen kahveden içerdi.
Haremde kalfaların odası, kadın misafirlerin ağırlandığı yerdi. Selamlıkta ağaların odası, erkek misafirlerin ağırlandığı yerdi. Haremde ve selamlıkta, misafirlere kahve ikram edilirdi.
Haremağası, kadınla kadın olmak ister: olamaz. Erkekle erkek olayım der: olamaz. Çocukluğunu ve erkekliğine müdahale edilmesini hatırlar. Haremağası hem hareme hem selamlığa girerdi. Erkek gibi selamlıkta boy gösterir. Kadın gibi haremde dolanırdı. Zalim erkek kıskançlığı: harem ağalığına sebep olmuştu.
İbrahim Efendi konağında, her şey boldu. Sevgi azdı. Hatta yoktu. Azametle yaşamak söz konusudur. Hilmi Bey’in evinde, sevgi vardı. Aile bir yumak gibidir. Hilmi Bey’in musiki bilgisi vardır. Evinde saz âlemi yapılırdı. Evlilikler, görücü usulü yapılırdı. Görücü usulü, mutsuz evliliklere sebep oluyordu.
Mutsuz damatlar, içkiye yöneliyordu. Yusuf Bey, içki ve musikiyle bir araya gelen bir topluluk oluşturdu. Yardımcı kalfa olan bir genç kadınla duygulandı: âşık oldu. İçki, çalgı, musiki, dans: toplumun dindar kesimi tarafından eleştirilirdi. Yusuf Bey de eleştirildi. Yusuf Bey’in âşık olduğu cariye, satıldı. Aşk, insan duygularının en yücelerinden biriydi. Sevgide mühim olan almak değil, vermekti. Yusuf Bey’e bir kiralık yalı tutulur. Konaktaki iki damat arasında olan çekişme sona erdirilir.
Ramazanı karşılamak için toplar atılır, davullar çalınır, maniler söylenirdi. Evlerde temizlik yapılırdı. Kilerler elden geçerdi. Sandık odasında, çiçek ve sabun kokusu olur. Kilerde, yağ, peynir, turşu, sucuk kokusu olur. Badem, fıstık, ceviz, hurma gibi yiyecekler: kilerde yerini alır. Tarhana ve bulgur, alışılmış yiyeceklerdi.
Ramazan ayında iftar, teravih namazı, eğlence başlardı. İftara yakın, evlerin içinde, sessiz ve sabırlı bir telaş başlardı. İftarlıklar sofraya getirilir. Reçel, peynir, zeytin, susamlı simit birer iftarlık olur. İftarlıklardan sonra çorba gelir. Sonra kıymalı ve pastırmalı yumurta tepsisi ortaya konur. Et, sebze, börek, tatlı, meyve tepsileri: sırayla gelirdi.
İftardan sonra, tütün ve kahve ikram edilirdi. Yatsı namazı ve teravih namazı için abdest alınır. Camiye gidilir ya da evde namaz kılınır. Camiler birer sosyalleşme yeridir. Namaz, kulu Hakk’ın huzurunda tutan hudutsuz bir kudrettir. Konaklarda her ramazan mescit oluşturulur. Güzel sesli imam tutulur. Teravih namazında, ilahiler okunur.
Camilerin minareleri arasına mahya yazılır. Mahya, yağ kandilleriyle yazılır. Mahya için ip ve makara kullanılır. Yazı yazmak ve “kayık, köşk, köprü” resimlerinden mahya yapılırdı. Sahuru bekleyenler, ramazanın tadını çıkarırdı. Saz şairlerinin kahvelerinde, zurna, darbuka, saz dinlenirdi. Şehzadebaşı’nda meddah, karagöz, cambaz, saz takımı gösterileri olur. Ortaoyunu meşhurdu. Pişekâr, kavuklu, zenne gibi tipler izlenirdi.
İbrahim Efendi’nin kızları, kupa adlı atlı arabayla gezerlerdi. Şehzadebaşı’nın yolları kalabalıktı. İbrahim Efendi Konağı’nda sahura kadar uyunmazdı. Mevsimine göre, kahve, şerbet, boza içilirdi. Kuru meyve yenirdi.
Osmanlı Medeniyeti, şifahi bir medeniyettir. Nesilden nesle nakledilir. Ders verme esasına dayanan bir şifahi-sözlü medeniyet… Bilgi, kitap haline getirilmezdi. Musikide nota yazılması yoktu. Bestelerin çoğu, yok olmuştu. Tekke musikisinden çok az beste kalmıştır.
Not: “Nakledilen bilgi, sözlü edebiyattır. Kurgu yapılarak hayaller katılan bilgi, yazılı edebiyattır.”
Şark, inzivaya çekilmiş gibidir. Dünya nimetlerinin eksikliği, akisler ve davranışlar yaratmıyordu. Garp, istedi, hamle yaptı, maddeyi emrine aldı. Nizamlar oluşturdu. Mabedi, kültürü, asalet sınıfı: organize bir kütle haline geldi. Şark’ın içine kapanıp dış tabiattan uzaklaşması: onu gevşetip olduğu yere bağladı. Garp, iç tabiatı ihmal etti. Maddeye şehvetle sarıldı.
Tuluat Tiyatrosu üstatları, espriyi ve zekâyı şahlandırdı. Tuluat, sağlam bir cemiyetin ürünüdür. Taklitler, mimikler yoluyla: seyirci etkilenir. Meddah, tek başına bir tiyatro grubu gibi: seyircinin karşısına çıkar. Meddah gülmezdi. Gülen güldüremezdi.
Avrupa etkisinde, tiyatro oyunları oynandı. Bu oyunlar yabancı dilde sahneye kondu. Beyoğlu’nda İtalyan ve Fransız toplumları olan Levantenler vardı. Müslüman halk, kendi anlayacağı dildeki tiyatro eserlerini seyretti. Anadolu Düğünü, Pembe Kız ve Leblebici Horhor gibi operetler meşhur oldu.
Beyazıt Camisi avlusunda, ramazanda, sergi açılır. Cami, dolup taşardı. Yerli mali mamuller tanıtılıp satılırdı. İmparatorluğun çeşitli yerlerinden, çeşitli giyimli insanlar, burada toplanırdı. Yiyecek, içecek, kumaş, tespih gibi mamul şeyler satılırdı.
Konağın giyim alışverişini, kâhya kadınlar yapardı. Kumaşlar, danteller, fistolar, kurdeleler, çoraplar, mendiller alınırdı.
Torun Hanımlar Mebrure ve Ratibe, konak arabasıyla uşak, dadı, Fransızca öğretmeni Matmazel gözetiminde, gezintiye çıkarılırdı. Fransızca öğretmeni matmazeller, Osmanlı-Türk âdetlerini küçümserdi. Fransız âdetlerini telkin ederlerdi. Mebrure, Fransızca dil hocası ve piyano hocası etkisinde, bir Levanten olup çıkmıştı. Mebrure, Beyoğlu’na geziye çıkarılırdı. Ratibe, Sabire Hanım’a eski âdetleri anlattırıp dinlerdi.
Bayram demek, aile, cemiyet, din nizamlarının el birliğiyle çizdiği toplum kurallarıdır. İnsanlar, bir arada yaşarlar. Evlerde bayramlaşılır. Küçükler el öper, büyükler bayram hediyesi verirdi. Bayram yerlerinde, hokkabazlar, kuklacılar gösteri yapardı. Şeker, fıstık, simit, şerbet, macun satılırdı.
Kapalı Çarşı, en seçme eşyaların satıldığı yerdi. Kumaşlar, mücevherler burada satılırdı.
İbrahim Efendi’nin kızları, giyeceklerini kendileri seçerdi. Olga, Fani, Raşel isimli terzi kadınlar, elbiseleri dikerlerdi. Elbiseler, desenlerle, boncuklarla süslenirdi. Düğün ve bayramlarda giyilirdi.
Kapalıçarşı esnaflarından Kâni, IV. Sultan Mehmet zamanında, kılıç korkusuyla Müslüman olmuş Sabatay Sevi taifesine mensuptu. Bu taifenin Müslüman kızıyla evlenmesi yasaktı.
Beşeriyet, Şamanlık, Mani Dini, Mazdeizm, Budizm, Mecusilik gibi dinlere inandı. Gün oldu, Musa’ya inandı. İki sevgi kadehi elinde, İsa’ya inandı. Bir elinde Hak kelamı ve bir elinde kılıç olan Hazreti Muhammet’e inandı. Din, hakkıyla idrak edilirse şahsiyeti değiştirir. Din, insan tabiatının zaruri bir duygusudur. Din, iradeli, seciyeli, feragatli kütleler meydana getirmiştir. Beşerin manevi hürriyetini, vahyin bereketleri muhafaza eylemiştir.
Din, Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükselişinde, tükenmez bir kaynaktır. Türk-İslam devletini yıkmak için: iman müessesesini yıkmak, bir çare olacaktı. Hariçten gelen metotlu ve planlı saldırıyla, imanına su katılan cemiyet, dağılmaya başladı. Bir yandan taassup ve cehalet gediğinden, bu saldırı sızdı. Bir yandan Tanzimat kapısından, elini kolunu sallayarak içeri geldi.
Not: “Tanzimat, din ayrımına çare bulma isteğidir. Roman, hikâye, tiyatro gibi yazı türlerinin okunması ve yazılması sağlandı. Yazıda noktalama işaretleri kabul edildi. Şeriat mahkemeleri yanında, hukuk mahkemeleri açıldı. Medrese yanında, çeşitli türde okullar açıldı.”
Dinin etkisi azalmıştı. Dinin etkisinin devam etmesi için: çağdaş bilgilerle bir ilim ve amel kadrosu tarafından alaka görmesi lazımdı. Dinin amel kısmı olan ibadet ve ibadethane, varlığını sürdürüyordu. İbadetin ruhu olan ilim, iman, teoloji kadrosu kalmamıştı.
Not: “Dini bilginin ibadet kurallarıyla sınırlı fetva verilmesi kuralını uygulamak gerekir. Dini bilgi, dünya bilgisini kutsayıp kabul eder. Kutsama duayla yapılır. Dünya bilgisini, doğrudan öğrenip uygulamak gerekir. Dini bilgiyi ve dünya bilgisini ayırmak gerekir.”
Bayram sabahları, güneş doğar, davullar çalınır. Herkes kalkar. Erkekler camiye gider. Cemaat, namaz sonrası camide bayramlaşır.
Sinan, eserlerini Türk-İslam ruhunun çevresi ve çerçevesi içinde yapmıştır. Dehalar mektepten çıkmaz. Mektepler, dehalardan doğar. Sina’nın terkipçi ve inşacı kafasından bir sentez, bir üslup doğmuştur. Gotik eserler, Türk-İslam mimarisini: geriye götürmüştü. Süleymaniye Camisi: abide bir eser olur. Tek inançta birleşmek, tek fikri desteklemek etkisi vardır. Çiniler, tezhipler, yazılar, oymalar: binayı süsler. Cami, medrese, kütüphane, şifahane, türbe: külliyeyi oluşturur.
Not: “Türk, dil ve ırk ismidir. İslam, din ismidir. Toplumlar, dini bilgi ve dünya bilgisi bütünlüğü üzerinde kültürlerini-medeniyetlerini oluştururlar. Doğu-Batı ayrımı ve Türk-İslam ayrımı: dini bilgi-dünya bilgisi ayrımının yerini tutmaz. Mektepte, bütün bilgi türleri öğretilir. Mektep, öğretim birliği kuruluşu olur.”
Zühre, Harut ve Marut’un akıllarını çelmiştir. Hürrem Sultan da Kanuni’nin aklını çelmiştir.
Şehzadebaşı’nda birçok konak vardır. Bu konakların etrafında olan dar sokaklarda, fakir insanların oturduğu küçük evler vardır. Hattat Aziz Efendi’nin ahşap evi, gizli bir hazinedir. Aziz Efendi, Şeyhülislam kapısında sıradan bir memurdur. Kıt kanaat geçinir. Sadelik ve tevazu ile çalışır. Evinde basit aletler kullanarak çalışır. İpekten ve papirüsten kâğıt yapar. Kâğıdın üstüne âhar sürer. Âhar, mürekkebin dağılmasını önler. Ceylan, karaca, kuzu derisinden: parşömen üretir. Aziz Efendi’nin simasında, bir sahabe azameti vardır. Aziz Efendi, el yazması kitaplar için: kâğıt hazırlardı. Hattatlar bu kâğıtlara yazı yazarlardı.
Medrese kültürü yanında, çeşitli sanat kolları, idari ve içtimai bilgi şubeleriyle: bir talim ve terbiye ocağı olarak, Enderun okulu vardı.
Ratibe Hanım, herkesi ve her şeyi severdi. Sevmek kadar sevilmeyi de isterdi. Sade, tabii, gösterişsiz bir alaka ile sevildiğini hissetmek isterdi.
Hilmi Bey, evine sakadan su alır. Kapının önüne sıralanan kovalara, sakanın kırbasından su doldurulur. Evlerde su küpleri vardı. Evin önünden seyyar satıcılar geçerdi. Her evin küçük de olsa bir bahçesi olurdu.
Sokaklarda laterna çalınırdı. Laterna, Levanten müziğidir. Beyoğlu, Levantenlerin yaşadığı yerdir. Haliç üzerindeki köprü, İstanbul’u Beyoğlu’ndan ayırır.
Görmek için düşünmek lazım. Düşünmek için de bilgi endazesi gerekir. Konaklar, Beyoğlu’ndan gelen yeniliklere açılıyordu. Yenilikler, eskinin yerini alıyordu.
Mebrure için Fransızca hocası ve piyano hocası gelirdi. Mebrure, Türkçe, Arapça, Farsça bilen Mihriye Hanım’ı eleştirirdi. Ratibe, Mihriye Hanım’ı severdi.
Beyoğlu’nda sefalet ve sefâhat vardı. İçkili, kumarlı, polkalı, mazurkalı eğlenceler düzenleniyordu.
Hilmi Bey’in evi, Ratibe için bir sığınaktır. Sevgi ve saygının olduğu yerdir. Ratibe, kendi akranları yerine, kendinden yaşlı kadınlarla arkadaş olurdu. Ratibe, iştahsızdı. Yarı aç yarı tok yaşardı.
Mahallede, eli eren gücü yeten herkes, muhtaca, âcize ümit olur, teselli olur, şefkat olur. Mahallelerde, Avârız Sandıkları vardı. Ustalara sermaye yardımı yapılır, iş yeri açması sağlanırdı. Moskof Savaşı sonrası, bu sandıkların parası, hazineye alındı.
Kâğıthane semti, bir mesire yeridir. Loncalar törenlerini burada yaparlar. Usta olanlar, peştamal kuşanır. Dua edilir, yemek yenir. Mesire yerlerinde, rakkaslar, köçekler oynardı. Saz takımları, oyun havaları çalar. Rakkaslar ve köçekler: genç erkeklerdir. Geceleri, havai fişekler atılır. Meddahlar, hokkabazlar ilgiyle izlenir.
Köçekler ve tavşan-oğulları, nergis gözlü genç erkeklerdir. Hususi meşk-hanelerde yetiştirilirler. Dans ve musiki öğrenirler. Köçekler, sırma saçaklı etekler giyerler. Bellerine, gümüş veya sırma kemer takar. Saçlar uzun, parmaklarda ziller var. Hareketli dans ederler. Tavşan-oğulları, siyah çuhadan şalvar giyer. Vücutlarının üstüne sımsıkı oturan bir tür yelek giyer. Bellerine ipek kuşak sararlar. Başlarına süslü küçük bir külah takarlar. Köçekler ve tavşan-oğulları uğruna: kadehler kırılır, servetler feda edilir, ocaklar söner.
Mesire yerleri, bir konar-göçer şehir manzarası arz ederdi. Sâdâbad eğlenceleri, Kâğıthane Deresi etrafındaki konaklarda yapılır. Bir anı olarak anlatılır. Hâlâ Nedim’in şiirleri okunur. Nişan talimleri yapılır. Atışlarda başarılı olanlara, ödüller verilir. Altın, hançer, kürk gibi… Hünkâr Alayı’nın saraydan çıkması, halkı da hareketlendirir. Alay, Hünkâr Köşkü’ne gelir. Burada tören yapılır.
Saray kadını sultanların kıyafetleri: tepeden tırnağa, mücevherlerle süslüydü. İnciler, yakutlar, zümrütler renk verirdi. Zengin kadınlar, ipek şalvar giyerdi. Üstüne, elmas düğmeleri olan gömlek giyerdi. Bellerine, altın ya da gümüş kemer takardı.
Kâğıthane, şimdi alevi geçmiş, koru küllenmiş, sadece kıvılcımı kalmış bir ateşti.
Ortaoyununda, erkek tipleri belirgindi. Zenne tipleri, arka planda ve zayıftı. Pişekâr, önce sahneye çıkar. Daha sonra Kavuklu sahneye çıkar. Zenne, kadın kıyafetiyle görünürdü. Şive taklidi yapan oyuncular sahneye çıkardı.
Lonca heyeti, kendi aralarında olan sorunları çözmeye çalışırdı. Çözülemeyen sorunlar, kadıya götürülürdü. Geçmişle ilgili anılarda, paranın satın alma gücü anlatılır. Kuruş, metelik, kırk para gibi paralarla yapılan alışveriş anlatılır. Kırk para, bir kuruş yapar.
Hayatın merkez evdi. Doğumlar, ölümler, evlenmeler hep evde olurdu. Eğlenceler de evde olurdu. Evde yapılan eğlencelerden olan helva sohbetlerinde, helva yenir. Meddah, karagöz gösterileri yapılır.
İstanbul Zencilerinin “Ot Toplama Bayramı” iptidai bir kabile âdetidir. Kırlara yayılıp taze otlar toplanırdı. Dans edilir, şarkılar söylenir. Halk bu gösterileri izlerdi. İman birliği ve barış içinde, beyazla siyah, saygı ve anlayış içinde yaşardı.
Yangınlar, ahşap evleri kül ederdi. Önce Yeniçeri Ocağı içinde, tulumbacı takımları kuruldu. Daha sonra mahallelerde, tulumbacı takımları kuruldu. Her kuruluşun içinde, ahlaklı ve ahlaksız kişiler bulunurdu. Mahalle tulumbacıları, gönüllü gençlerden oluşurdu.
Eskiden dükkânlarda, numara ve tabela âdeti yoktu. Her yerin bir alameti olurdu. Develi, gemili, kuleli gibi simge isimler söylenirdi. Meyhanelerde, tuz çanakları olurdu. Meyhaneci ve müşteri arasında itilaf olduğunda: Meyhaneci, içki paramı vermedi yerine, tuz paramı vermedi, diyordu.
Ramazanda akşamcılar, evlerine kapanırdı. İçki içmezlerdi. Bayram toplarıyla beraber bu ayrılık biterdi. Bayram ertesi, meyhaneler açılırdı. Kumkapı’da denize bakan meyhaneler meşhurdu. Meyhane müşterileri, ikiye ayrılırdı. Birinci grup, tezgâhta ayaküstü içip hafif meze yiyenlerdi. İkinci grup, akşamcılardı. Meyve, balık, havyar, et gibi mezeleri: akşamcılar kendileri getirirdi. Meyhaneci, bu yiyecekleri pişirip masaya getirirdi. İçki ayrıca söylenirdi. Kendisiyle yüzleşmekten kaçan insan, çareyi içkiye sığınmakta bulurdu.
İbrahim Paşa Konağı’nda yemekler masada yenirdi. Kalfalar yemekte hizmet ederdi. Hanımlara hizmet edilirdi. Hanımlardan biri, bir kalfa ve uşakla dışarıya çıkardı. Hanımlar sırayla konaklarda buluşur, sohbet ederlerdi. Üst katta hanımlar, alt katta kalfalar toplanırdı.
Alım-satım mevzusu olan cariye ve köleyle ilgili örf ve âdetler vardı. Haklar, içtimai teamüllerin garantisi altına alınmıştı. Kölelik müessesesi, Müslüman-Türk gelenekleri içinde, dürüstlüğün temsilcisi olmuştu.
Selamlıkta ağaların, haremde kalfaların sofraları kurulurdu. Bu sofralarda ağalar ve kalfalar, misafirlerini ağırlardı.
Çırak edilmek, cariyelerin ve kalfaların evlendirilmesiydi. Çırak edilen cariye ya da kalfa, konağın bir ferdi olurdu. Çırak edilmek, işveren-iş alan münasebetinin dışında bir durumdur. Cariye ya da kalfa, azat edilmiş olurdu.
Tabiat, yarattıklarını ulvi ve süfli olarak ayırır. Her birinin yaratılışına saygı duyulur. Her yaratılan sebepli ve lüzumludur.
Cemiyette hak ve adalet kuralları vardı. Bu kurallara göre Osmanlı Devleti kuruldu ve yükseldi. İmanın icapları yapıldı. İnsandan korkan insanı aldatabilirdi. Allah’tan korkan Allah’ı aldatamazdı. Çarşıda pazarda, işveren ile iş alan: iki kutup değildi. İkisi yekpare vücuttu.
Fransızca dilini rahatça konuşan konak hanımları, Fransız mürebbiyelerinin etkisinde: yabancı erkeklerle evleniyordu. Müslüman kadınlar, Hıristiyan erkeklerle evleniyordu.
Not: “Anayasalar köleliği kaldırdı. Eşitlik kabul edildi. Amerikan ve Fransız anayasalarının etkisi bütün dünyaya yayıldı. Osmanlı Devleti de etkilendi.”
Cemal Bey, bir kadın gibi örgü örer, dikiş diker, yama yamardı. Ablası Halet Hanım’ı ziyaret ederdi. Bu ziyaret sırasında hem konuşurlar hem ipek bükerlerdi. Cemal Bey, herkesin tertipli olmasını isterdi. Kimseye müsamaha göstermezdi. Disiplinli çalışırdı. Helal ve haramı bilirdi.
Cemal Bey’in karısı Nazlı Hanım, kocasına sadakat ve saygıyla bağlanmıştı. Evlenmek, Nazlı Hanım için bir vazifeydi. Evinde işinin ve çocuklarının başında vazifeliydi. Cemal Bey, karısına sevgisini belli etmezdi. Cemal Bey, itiyatlarının zevkiyle yetinen bir insandı. Nazlı Hanım, akıllı, gösterişli biridir. Kendini tehlikelerden korurdu.
Mahmut Şevket Paşa’nın arabası, bir cenaze alayı ile karşılaşır. Şoför, arabayı yavaşlatır. Bu sırada suikastçılar da paşayı vurur. Cenaze alayında olanların çoğu, atılan kurşunlardan yaralanır. Cemaatten birçok kimse, başka vilayetlere sürgün edilir. Mahmut Şevket Paşa’ya sıkılan kurşunlar, meşrutiyet etiketi taşıyan zulme, baskıya idi. İttihat ve Terakki idaresinden, insaf ve adalet beklenemezdi.
İstanbul Boğazı demek, bir bakıma: saz söz ve eğlence demekti. Yusuf Bey, şehre uzak bir semte yerleşti. Karısı gezmeye gidince, Cânüser isimli cariye ile odasına çekilirdi. Ev kalabalık olduğu zaman, canı sıkılırdı. Sıkıntıyı atmak için içki, musiki, tabiatla haşır neşir olurdu. Yusuf Bey, ölürcesine, erircesine severdi.
İbrahim Efendi’nin Boğaz’da köşkü vardı. Yazın bu köşke göçülürdü. Burada havuz, bağ, bostan, çiçekli ve düzenli bahçe vardı.
Aylıkların her ay muntazam çıkmaması yüzünden: sarraflara aylıklar kırdırılırdı. Sarraflar, aylıkları karşılığında, memurlara borç para verirdi.
Kır gezintilerinde, kadınlar susardı. Tabiatla kadınlar arasında, sükût hüküm sürerdi. Kadınlar, akşamüzeri köşke dönerlerdi.
Kütlenin büyük kısmı: el, kol, ayak, bacak, göz, kulak gibi organların özelliğini taşır. Organlar, dimağın emrinde çalışır. Dimağın çizdiği yolda yürür. Organ özelliği olan insanların, dimağ olmak istemesi: toplumda siyasi, içtimai, iktisadi türlü krizlere sebep oluyordu.
Yusuf Bey, vasiyeti gereği, Yûşâ Tepesi’ne defnedildi. Bu sessiz ve ıssız dağ başına çekilmek istemişti. Yusuf Bey’in anası, oğlunun çocuğuna hamile olan Cânüser’i alıp bir teselli olarak evine götürmüştü.
İbrahim Efendi hastalandı. Tedaviye başlandı. Hastalık, üç düşünceye sebep oldu. İbrahim Efendi ölürse diye, miras hayali, düşünüldü. İbrahim Efendi ölürse diye, gelecekleriyle ilgili kaygılar düşünen konak mensupları vardı. İnsan olarak seveni ve sevileni olan bir yaşlı kişi düşünüldü. İbrahim Efendi iyileşti. Düşünceler uçup gitti.
Ölüm, kazanılanların dünyada bırakılmasıdır. İnsanlar ölünce, hatıralar dünyasında yerini alır. İnsanlar, varlıkla yokluğun, hakikatle mecazın bir müddet buluştuğu ortamda yaşarlar.
Meşruti idare ve Kanun-i Esasi parolasıyla, umumi efkârda yaratılmış olan sun’i sis vardı. Padişahı bir despot, bir canavar olarak tanıtmak gerekirdi. İttihat Terakki, Avrupa devletleriyle işbirliği yapıyordu. İrtica süsü verilen kanlı ayaklanma yapıldı. Padişah, al-aşağı edildi. Yeni yöneticiler, bilgisizdi. Keyfi idare vardı. Türk-İslam birliğinin bu son kalesini yıkma kararı, denilebilirdi. İngilizler hilafeti, Osmanlıların elinden almak istiyorlardı.
Not: “II. Abdülhamit zamanında anayasa askıya alındı. Sansür uygulandı. Belgesiz suçlama yapıldı. Şüpheye dayalı suçlama yapıldı. Toprak ağalarına milis gücü kurma yetkisi verildi. Toplumda tarikatlar yaygındı. Tarikatlarda mürit-mürşit iletişimi vardı. Müridin cüz’i iradesi yoktur. Mürit, mürşidin cüz’i iradesiyle hareket eder. Bu yüzden meşrutiyet istekleri yükseldi.”
İnsan kütlelerinin eline, sahteyi gerçekten ayırt edecekleri bir bilgi endazesi, bir tarih şuuru, bir mukayese malzemesi vermek lâzımdı. Bilgi, tefekkür, iman…
Not: “Osmanlı Devleti, gerekli insan gücünü yetiştirmek için Batı’ya öğrenci gönderdi. Yeni açılan okullara, yabancı öğretmenler getirdi. Devletin ihtiyacı olan insan gücü yetiştirildi. II. Abdülhamit, yenileşme çalışmalarına devam etti.”
İttihat Terakki, eski yöneticileri görevden alıp: mallarına el koyuyordu. Keyfi yönetim vardı.
Her doğru sözün karşısında, onun kadar veya ona yakın doğrulukta bir cevap vardı. Meşrutiyet hareketinin kökü dışardaydı. İngiliz politikası, imparatorluğumuzun parçalanmasına karar almıştı. Bunu aynı derece Siyonistler de istiyor.
Tanzimat hareketi, hariçten çarpan tesirlerin tazyikiyle yapılmış bir silkinmedir. Meşrutiyet, birbiriyle çatışma halinde olan Jön Türk kliklerinin kafalarına sokulmuş: tek isim ve tek gaye üzerine oynadıkları bir kumardı.
Devleti ayakta tutan Padişah II. Abdülhamit idi. Padişah değişince, yönetim zayıfladı. Bilgi azlığından, şuurlu bir muhalefet de olamaz.
“Din terakkiye mani midir, değil midir?” diye ortaya bir laf atıldı. Mekteplilerle medreseliler ikiye bölündü.
Tanzimat ve Meşrutiyet, esasları muhafaza eder görünmekle beraber, bütün kıymet hükümlerinin devrilmesini hazırladı. Meşrutiyet’in istikameti, dini vurarak: cemiyeti, ona bağlı kıymetlerden tecrit etmektir.
Kütleleri perçinleyici bir ana kuvvet: iman ve milli değerlerdir. Siyonistler, bu değerleri yok etmek isterler. Padişahımız Siyonistlerle ve masonlarla tek başına güreşmiştir. Masonluk, arkasını Siyonizm düşüncesine dayamıştır.
Çetecilikte adalet ve hürriyet bulunamaz. Buna rağmen Latif Bey’in oğlu, İttihat Terakki taraftarı olur. Babasını eleştirir. Müslim ve Gayrimüslim cemaatler, inkılapçı İttihatçıları destekledi. Her topluluk, kendi siyasi istiklali için meşrutiyetin daha elverişli olduğunu düşünüyordu.
Rusya’da 1868’de Prens Gorçakof, “otonomi” demişti. Rusya, Hıristiyan cemaatlere otonomi istemişti. “Meşrutiyet bir güneştir. İstibdat bir kör kandildir.” sözleri söyleniyordu.
Not: “II. Abdülhamit’in devlet bütçesinden ayrı, özel bütçesi vardı. Parasını Alman bankalarında tutuyordu.”
İbrahim Efendi’nin ölümü, aile muhitini etkiledi. Devletteki görevi sona ermişti.
Bir saraydan, bir konaktan hizmet müddetini doldurup çıkmaya, “çırak olmak” denirdi. Bu durum, evin efendilerinin iki dudağı arasından çıkacak emre bağlı, bir keyfiyetti. Gelenek halini almıştı. Çırak çıkan-azat edilen köleler: saray ya da konakla bağlarını devam ettirirlerdi.
Köleleri mukadderatları, yerlerinden, yuvalarından koparıp esir pazarlarına getirmişti. Saray ya da konağa satılıp kapalı bir aile ortamında, emir altında yaşarlardı.
Mısır Çarşısı demek, bir ilaç piyasası demekti. Çiçek, ot, kök olarak çeşitli bitkiler satılırdı. Ağrılara karşı, kudret narı yağı ve kantaron yağı, ağrıyan yerlere sürülürdü.
Evlerde, el tezgâhları vardı. İplikler bükülür, çeşitli kumaşlar dokunurdu. Bu kumaşlardan elbise yapılırdı. Kendi kanunlarının barikatı arkasında, örf ve âdetine sadık bulunan bir aile müessesesi vardı. İktisadi krizler sonucu, yaşama şartları pahalanırken, ucuzlayan yalnız insan hayatı idi.
Ratibe Hanım, servisi, türbesi, kabristanı, çeşmesi: her yerden bol olan Eyüp semtine ilgi duyardı.
Esnaflar ayaklarına mest-lastik giyerdi. Memurlar galoş-potin giyerdi. Çedik papuç, piyasadan kalkmıştı. Mabeyin kundurası giyilmeye başlandı. Potin, ev içinde giyilir. Sokağa çıkarken de üstüne, arkası çok kısa bir galoş geçirilirdi. Örf ve âdetler, elle tutulmaz, gözle görülmez buyrukların tertibiyle düzenlenir ve aksamadan işler. İnsanın kendi çevresinin en iyisi olması için mücadelesi gerekir.
İtilafçıların yerine Halaskarlar Grubu geçmişti. Gazi Ahmet Muhtar Paşa hükümeti kuruldu. Almanya’nın demiryollarıyla Süveyş Kanalı’na doğru inmesi, “İngiltere, Fransa, Rusya” arasında yakınlaşma sağladı. Balkan devletleri, aralarında anlaşıp Osmanlı Devleti’ne savaş açtılar. Osmanlı Ordusu, yenildi. Balkan devletleri, aralarında anlaşamadı. Osmanlı Ordusu, Doğu Trakya’yı kurtardı. Müslüman halk, Balkan devletlerinden göç etmeye başladı.
Meşrutiyet, orduyu zayıf düşürmüştü. Hortlayan Yeni Çeri ruhu da askeri siyasetin girdabına yuvarlamıştı. İttihatçı ve İtilafçı kumanda heyeti arasında, anlaşmazlık vardı. Orduda, emir-komuta işlemez olmuştu.
Hazırlık, idare, icra: bir harbin üç aşamasıdır. Seferberlik, yığınak, strateji: üç safhayı belirtir. Hatalı kararlar, her şeyi olumsuz etkiler. Balkan Savaşı’nda Rumeli düşman eline geçti. Evinden ocağından ayrılanlar: aç, sefil, yaralı yollara düştü. Çamurlu yollar: yağış, soğuk, rüzgâr altında geçildi. Cami avlularına, medrese köşelerine, izbe kulübelere sığınıldı.
Balkan Savaşı, Meşrutiyetçilerin tedbirsiz politikaları sonucu: yenilgiyle sonuçlandı. Rumeli Hıristiyanlığı, Panslavizmle örgütlenmişti. II. Abdülhamit, türlü siyasi manevralarla, bu saldırıyı etkisiz hale getiriyordu. Meşrutiyetçiler, tecrübesiz oldukları için: bu barut fıçısını, kendi elleriyle ateşlediler. Gafil devlet, masum milletin başını yiyordu.
Not: “Devlet, vatanı ve milletiyle bir bütündür, tanımı yapılır. Devlet yerine, yöneticiler demek gerekir. Devlet, milletin devleti olur.”
Padişah ve Meclis’in yetkileri, “Merkez-i Umumi” denilen bir heyetin eline geçmişti. “Enver, Talat, Cemal” Paşalar diktatoryası kuruldu.
İsrailoğulları, ırkını, şeriatını yeryüzüne hâkim kılmak davasına, dört elle sarılmış, fanatik bir kuvvettir. Kudüs, Filistin hedefindedir.
Not: “Uluslararası sermaye sahibi emperyalist devletler, azınlıklarla iletişim kurup ticaret yapıyorlar. Yahudiler, bu azınlıklardan biridir. Toplumda daha etkin hale geliyorlar. İç ve dış ticarette Yahudilerin ve diğer azınlıkların etkisi azalınca: sorun çözülür.”
Not: “Avrupa devletleri, Osmanlı Devleti’ni sömürge haline getirdiler. Kapitülasyonların yabancılara verdiği haklar çoktu. Gayrimüslim azınlıklarla Avrupa devletleri arasında: ekonomik bağ kuruldu. Avrupalı şirketlerin temsilcileri, çalışanları: gayrimüslim azınlıklardan seçiliyordu. İstanbul ve İzmir’de İtalyan azınlık vardı.”
Not: “Yavuz Sultan Selim, kale muhafızlığını: Kürtlere verdi. Türkmen kale muhafızlarının görevlerine son verildi. Türkmenler, Kürtleşti.”
“Şarka doğru” parolasıyla, Anadolu’ya ulaşmak isteyen Almanya: Enver Paşa’yı etkisine almıştı. I. Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Devleti, yetişmiş insanlarını kaybetti. Harp zenginleri türedi. Halka, “arpa, yulaf, süpürge tohumu” karışımı un veriliyordu. Buğdaylar karaborsa satılıyordu. Karaborsa yüzünden zengin bir sınıf teşekkül etti.
Savaşta şehit düşenler, sakat kalanlar konuşuluyordu. Ateş, düştüğü yeri yakıyordu. Kadınlar dul, çocuklar yetim kalıyordu. Kadınlar sokaklara çıkmıştı. Kadınlar, “gaz, tuz, ekmek, et” vesikası almak için sıra bekliyordu. Erkeğin yanı sıra kadınlar çalışmaya başladı.
Ratibe, vereme yakalanır. Kısa bir süre sonra ölür. Çanakkale’de ordu galip gelir. Sarıkamış’ta ordu yenilir. Irak ve Suriye cephesi çöker. Bulgaristan, İngiliz ve Fransız ordularının eline geçer. Almanya ve Osmanlı Devleti arasındaki irtibat kesilir. Meşrutiyetçi rical, ülkeden kaçar.
Şevkiye Hanım, kâhyalar eliyle konağı yönetiyordu. Kâhya değişiklikleri, çare olmuyordu. Gelirler azalmıştı. Zaim Bey isimli biri, kâhya yapılır. Zaim Bey, faizle para vermeyi ve faiz geliri elde etmeyi önerir. Emlaklar, bankalara rehin edilir. Zaim Bey, alınan kredilerin bir kısmını, faiz geliri olarak: Şevkiye Hanım’a verir. Kalan parayı kendine ayırır. Kimseye borç para vermez. Kredi alınan bankalara, kredi taksiti ödemez. Bankalar, alacaklarını isterler. Birçok emlak icrada satılır. Evdeki değerli eşyalar satılır. Şevkiye Hanım, dolandırıcı bir kâhyanın eline düşmüştü.
Zaim Bey, elindeki vekâlet ile Şevkiye Hanım’ı borca sokar. Alacaklılar kapıya dayanır. Konak ve köşk de tehlikeye girer. Mahkeme ve avukat paraları, satışlardan gelen paraları götürüyordu. Harem ve selamlıktaki görevlilerin işlerine son verilir. Çok az sayıdaki halayık kadın, ev işlerini yapıyordu.
Konakta yerlerde halılar seriliydi. Avrupa menşeli konsollar, dolaplar, masalar, salon takımları konakta yer alıyordu. Borçlar ödendikçe, eldeki ziynet eşyaları azalıyordu. Zaim Bey, mahkemeye verildi. Bu dava, sürüncemede kaldı. Para lazım olunca, faizciden borç alındı. Sonunda konak da rehin edildi. İcra yoluyla konağın eşyaları satıldı. Sonunda sıra konaktan ayrılmaya geldi. Dört odalı bir kira evi tutuldu. Elde kalan eşyalar buraya taşındı.
Yeni bir avukat tutuldu. Bu avukat, Zaim Bey’den bir köşkü kurtardı. Köşkün birinci ve ikinci katına avukat ve ailesi yerleşti. Şevkiye Hanım, köşkün çatı katına yerleşti. İki kardeş ve iki kalfa, buraya sığındılar.
Dünya kapısı ve Hak kapısı vardır. Dünya kapısında, servet, şöhret, debdebe, haşmet dikenleri vardır. Şevkiye Hanım, devlet kapısının nimetlerinden faydalanıyordu. Hak kapısından uzanan el, manevi nafaka kadar, maddi geçimini de düşünürdü. Hak kapısına herkes girebilirdi. Burada hak ve adalet ölçüsü geçerlidir.
Hak kapısının mensupları, alın teriyle geçinen: mütevazi kimselerdi. Bu kimseler, misafirlerine kendi yediklerinden yedirir, kendi giydiklerinden giydirirlerdi.
Akrabalardan, geliri olan Server Bey, her ay para göndermeye başladı. Çatı katının iki odası vardı. Bir odada iki kardeş kalıyordu. İkinci odada iki kalfa kalıyordu. Bir sabah, Neveser Kalfa yatağında ölü bulundu. Aradan zaman geçti. Mâil kalfa felç geçirdi. Şevkiye Hanım, ev işlerini kim yapacak diye düşündü. Mâil kalfa Darülaceze’ye gönderildi. İki kardeşin bu çatı altında yaşaması zorlaştı.
İstanbul’da Yenibahçe sınırına dayanan yerde bir ev kiralandı. İki kardeş buraya taşındılar. Akrabalar yardım ettiler. Hilmi Bey’in torunları, İbrahim Efendi’nin kızlarını himayelerine almışlardı. Yeni şartlara, iki kardeş uyum gösterdi.
Bir kış günü, Şükrüye Hanım hastalandı. Verem olduğu anlaşıldı. Ateşi yükseldikten sonra, beşinci günde öldü. Şevkiye Hanım, tek başına kaldı. Kevser Hanım isimli bir kadın, hizmetine bakıyordu. İşi bitince evine gidiyordu.
Mâil Kalfa’nın Darülaceze’de yattığı odada, yatalak hastalar vardı. Ortası delik yataklarda yatıyorlardı. Odada ağır bir koku vardı. Mâil Kalfa bu duruma şükrediyordu.
Kevser Hanım, Şevkiye Hanım’ı sofada yerde yatar buldu. Şevkiye Hanım’ın belinden aşağısı tutmuyordu. Komşular çağırıldı. Elbirliği yapılıp Şevkiye Hanım yatağına taşındı. Olay da hararetini kaybedip soğumaya başladı. Kevser Hanım, kendi evini kiraya verdi. Şevkiye Hanım’ın evine taşındı. Kevser Hanım, Şevkiye Hanım’ın yemeğini yediriyordu ve vücudunu ıslak bez ile siliyordu. Vücudunu suyla yıkama imkânı yoktu. Bir vakitler girdiği yeri dolduran bu kadın, bir çocuk olmuştu.
Zaman çarkı, doğana ölene, düşene kalkana, gülene ağlayana aldırış etmeden dönüyordu. Şevkiye Hanım, hak ve hakikat yoluna açılan kapıdan gelen sesi duydu. Bu dünyadan ayrılıp çağrıldığı âleme göçüp gitti. Şevkiye Hanım’ın borçları çok olduğundan: varisleri reddi miras ilamı aldılar.
Cemiyet nizamları da değişiyordu. İnsanlar, değişen nizamlara göre yaşamaya başlıyordu. İbrahim Efendi Konağı, tarihin hafızasına yazılmıştı.