Haberde Bursa

Sen Kara Sevda nedir bilir misin?

31.05.2022

Ben, ancak ruhumu koruyabilecek insanları severim.
Beynimde gıcırtılı bir zımpara, aklımın ucundan bile geçmeyen patlayıcı maddeleri kafamın içinde taşıtırken, günlük gazetelerimi okumuş, kahvaltımı yapmış, keyif çayı ile olmazsa olmazım sigaramı tüttürüp, bugün ne yazsam acaba diye, zihnin sınırlarını zorluyordum.
Sevgili eşim Güler, “Çocukluğum”, “Gençliğim”, “Çok Severdim”, “Rengarenk Naylon Bileziklerini Sallardı” , “Allah Rahmet Eylesin” gibi, beynimdeki gıcırtılı zımparanın arasına, o an bana kopuk kopuk gelen, ancak ısrarlı bir tonlamayla ve gayet ciddi bir edayla, kafamın içindeki patlayıcı maddeleri infilak ettirmek için olsa gerek, bir takım şeyler anlatıyordu.
Kafa sallayıp duruyordum.
Sonra patladı her şey!
“Sen beni dinlemiyor musun?”
“Mümkün mü Hayatım, tabii ki dinliyorum!”
“Ne anlatıyorum ben?”
Zihnin sınırlarının da sonu vardı. Sınırsız değildi. Bunu bir kez daha öğrenmiş oldum.
“Sahte bilezikleri kuyumcuya kakalamak isteyen, eski komşunuzun, adi hırsız, dolandırıcı olmasına katlanamamışsın. Bu nedenle çok kızmışsın. Oysa çocukluğundan tanıyormuşsun ve aslında çok da severmişsin…” deme gafletinde bulundum.
Önce havai fişekler, sonra dinamitler patladı. Ardından gelen ise saf zifiri karanlıktı.
“ Aferin sana. Bravo! Çok iyi anlamışsın gerçekten! Dinlemediğin belliydi zaten! Aşkın en deli hali, Deli Ayten’i anlatıyorum sana…”
Aşk ve delilik… Bir de işin içine tutku girerse, tadından yenmeyen üçlü ruh hali. Ben, ancak ruhumu koruyabilecek kadınları severim!. Durumu kurtarmak için çaba göstermeme değecek ilginç bir konuydu.
“Ha, evet; Deli Ayten… Biliyorum onu… Gemlik’te de Deli Şükriye vardı. Benzetirdim onları!”
Durumu toparlamayı başarmıştım. Zifiri karanlık yerini muhabbetin şafak vaktine bırakmaya başlamıştı.
“Dinle bak! Dinle Ama!… Çok duygulu bir hayat hikâyesi varmış: Okuyorum. Dinliyor musun?” dedi Güler.
“Bekle” dedim, çayları tazeleyip, sigaramı yaktım. “Evet, şimdi can kulağıyla dinliyorum ruhum” dedim.
Oldukça duygulu ve şairane bir ses tonuyla okumaya başladı Güler:
“… Aşkın en deli hali: Deli Ayten. Soy ismi gibi istediğini alamadı hayattan Ayten Şenaşık. Yaşamındaki en iyi yan onu tüm Bursa’nın tanımasıydı belki de. Koluna takıp takıştırdığı çantalarda neler taşıyordu, cümbüşü ve davulu hangi hazin şarkıları söylüyordu kim bilir… Bir omzunda taşıdığı birden fazla çantayla, cümbüş ve davul çalarak Bursa sokaklarının simgelerinden birisi olmuştu, 1935 Kamberler Mahallesi doğumlu “Deli Ayten…” Hikâyesi hüzünle örülü bir aşktan ötürüydü. Bugünse ölümüne kadar yaşadığı Roman mahallesinin kentsel dönüşümle park haline getirilen bölümünde heykeli dikili… Üç yaşında geçirdiği menenjit hastalığının olumsuz etkileri zamanla silinen Ayten Şenaşık, genç kızlığa adım attığı 13-14 yaşlarında, aynı mahallede oturan ve kendisinden 5 yaş büyük “Cümbüş Hasan”a âşık oldu. Ailesinin sevdiğiyle evlenmesine izin vermemesi üzerine Ayten’in akli dengesi yavaş yavaş bozuldu. Bir doktorun “Ancak sevdiği kişiyle evlenirse düzelir” demesi üzerine ailesi, Ayten’i alkolik olan Cümbüş Hasan’la evlendirmek zorunda kaldı. Dillere destan bir düğünle evlenen Ayten bir daha hiç düzelemedi. Aradan 1,5 yıl geçtikten sonra Cümbüş Hasan evi terk etti ve kendini içkiye verdi ve bir süre sonra da öldü. Eşinin ölümüyle yıkılan Ayten de avare halde sokaklarda dolaşmaya başlayınca adı “deli”ye çıktı… Deli Ayten, özellikle kent merkezindeki esnaf için bir dönemin simge isimlerinden biriydi. Tarihi Kapalı Çarşı ve devamındaki Uzun Çarşı’da dükkânları dolaşırdı. Onun girdiği dükkânlara bereket geldiğine inanılırdı. O ise “Hasanım Hasanım, nerdesin sen?” diye gezinir dururdu. Evlilik yıldönümlerinde en güzel elbisesini giyer, kırmızı rujunu sürer, davulunu temizler, cümbüşünü parlatır öyle çıkardı yola…”
Okumanın bu bölümünde dudakları titremeye, gözleri dolmaya başladı Güler’in…
“Kara Sevda bu! Sen Kara Sevda nedir bilir misin” diye sorarken sorguladı beni Güler…
Atatürkçü Düşünce Derneği Gemlik Şubesinin Kurucusu, Avukat ve üst düzey entelektüel merhum Ali Aksoy, Olay Gazetesi’nin üç ayda bir verdiği “Yaşayan Bursa” ekine araştırma yazıları yazar, ben de kendisinin foto muhabirliğini yapardım. Bir gün Terzi Fikri Danış’ın babası Postacı Mehmet Danış ile ilgili hazırladığı yazı sonrasında, Gemlik caddelerini ve sokaklarını arşınlarken, PTT önünde denk geldik Deli Şükriye’ye. Bursa’nın Deli Ayten’i gibi onunda kendine has bir giyim tarzı vardı. Rengârenk pantolon ve gömlekler giyerdi Şükriye. Bazen abartılı ruj sürer, çoğu zaman makyajsız gezerdi. Ama yine kıyafetlerine uygun rengârenk baş eşarbını hiç eksiltmezdi kafasından. Kendi kendine konuşur, tanıdığı, bildiği kişilere selam verir, tanımadıklarının yanından, değme muhafazakârlara taş çıkaracak biçimde kafasını eğerek, eliyle üstünü başını toplayarak, kendine has mutaassıp hareketlerle sessizce geçip giderdi. Çok ender bir şeylere, birilerine kızardı. Genelde kendine takılan esnaflara, o gün eşref saatinde değilse bağırıp, çağırırdı.
Ali Aksoy ağabeyimle denk geldiğimiz de, eşek saatindeydi. Sanırım birileri yine kızdırmıştı, feryat figan bağırıyor, kime yöneldiği belli olmaz, beddualarını sıralıyordu. Asit gibi içimizi oymuştu, Şükriye ablanın çığlıkları, bağırışları ve bedduaları… Ali Aksoy, çevredekilere sert çıkarak, “Bağırtmayın kadını, günahtır. Ne istiyorsunuz elin garibinden” diye uyarırken, ben yanına gittim.
“Şükriye abla, iyi misin? Tamam, ablam, sakin ol. Kimseye kızmaya değmez” dedim.
Şükriye abla PTT’nin içine girip, bekleme banklarından birine oturdu. Bağırıp çağırması dinmişti. PTT çalışanları kendisine su verdi, ardından çay getirdi. Şükriye abla sakinleşmiş halde, kibar bir hanımefendiye bürünerek, bacak bacak üstüne atıp, çayını içmeye başladı.
Radyo 24’te program yapıyordum. Bir dönem gazete başlıklarını yorumlamak için, sabahın erken saatlerinde radyoya giderdim. Şükriye Ablanın evi ile Radyo 24’ün yayın binası bitişikti. Sabahın 6’sında Şükriye Ablanın sesini tüm mahalle duyardı. Kim ya da kimler olduğu bilinmez varlıklarla, bazen sessiz sessiz, genelde bağıra çağıra konuşur, kimi zaman feryat eder, kimi zaman hıçkırıklarla ağlayarak, o varlıklar her ne ise onlara bir şeyler anlatırdı.
Ali Aksoy ağabeye, “Hikâyesi ne Şükriye Abla’nın” diye sordum.
Tüm Anadolu’nun delirmiş, kara sevdalı kadınlarına atfedilen bir öyküyü anlattı Ali Aksoy bana.
“Çok güzel bir kadınmış. Bir doktora âşık olmuş. Doktor da ona. Aşkları dillere destanmış. Sonra doktor bir başka kadınla evlenmiş. Ne olduysa sonra…”
“Karışmış, sonra da” diyebildim ancak.
“Öyküsünü de yazmak istiyorum” dedi Ali Aksoy.
“Beklemeyelim” o zaman diyerek, PTT binasına girdim. Şükriye Abla’nın fotoğrafını çekecektim, Ali Aksoy’da hayat öyküsünü biraz daha araştırıp, yazıya dökecekti.
İnanılmaz bir şey oldu. Ben daha PTT binasına girer girmez, Şükriye Abla çay bardağı ve tabağını pencere kenarına bırakıp, ayağa kalktı. Daha ben bir şey demeden, yanına varmama da henüz daha 7-8 adım kalmışken; “Olmaz. Olmaz” diye bağırdı.
“Şükriye abla, ne olmaz?” dedim.
“Resim çekemezsin” dedi. Fotoğraf dememişti, resim demişti, ancak hangi amaçla geldiğimi, daha ben yanına gidip, ona söylemeden, fotoğraf çekme teklifi etmeden anlamıştı.
“Tamam. Sen gazetecisin, ama şu an sen, sen değilsin. Senin içinde başka birisi var. Sen bunu bilmiyorsun ama bana sen değil, senin içindeki o başkası konuşuyor. Sen, sen olsan olurdu da, sen değilsin ki… Resim olmaz. Resim olmaz. Resim olmaz” demişti Şükriye Abla.
Yunus Emre’nin şiiri gibiydi sözleri, şairane ve etkileyici. “Beni bende demen, bende değilim/ Bir ben vardır bende, benden içeru…” Tüylerim diken diken olmuştu.
Arkasını dönüp, hızlı adımlarla kaçmaya başladı Şükriye abla. Giderken, bana ama kendi kendine konuşuyordu. “O sen değilsin, o sen değilsin, o sen değilsin!”…
O günden beri, ben halen ben miyim, ya da ben kaç tane benim bilmiyorum!
Meyhaneleri açıp kapattığım, çay ocaklarında sabahladığım dönemlerde olmuştu…
Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesi, ne barışa yaradı, ne ekonomiye, ne demokrasiye, ne de siyasetimizin, bizi biz eden amansız sevdasına. Bir güzelleşmeye iyi geliyor, ancak, bu düzenbaz yoksulluk ve amansız yalnızlığımız buradan da meyvesini alamıyor.
Çirkinlik utanç verici bir hastalıktır! Ömrüm boyu gördüğüm en çirkin kızlardan birisiydi Pakize. Kızı görünce, yüzüm asit dökülmüş gibi acıyla oyuluyor. Bir tekstil atölyesinde çalışıyor. Her akşam saat 18’de fabrikaları bir stadyum kapısı açılmış gibi boşalınca, hızla otobüs duraklarına koşarak, servisle veya otobüsle, onlarca işçiyle birlikte meydana geliyor Pakize… Pakize, o kadar boş masa varken, gelir masama oturur. Çayını içip, sevgilisini bekler. Çirkinlik sosyal bir kötülüktür! Sarkık alt dudağından salyası, sümüklüböcek ağı gibi yürüdüğü yolda ipincecik uzayıp giderdi. Yapış yapış saçları pırasa rengi, gözleri korkudan fırlamış. Geniş ve engebelerle dolu alnı onu ilkel bir hayvana benzetiyor.
Bir işi olmasının keyfi ona yetiyordu belki. Çirkinliği fabrikadaki ustabaşının ya da diğer erkek işçilerin ona sarkmamasını sağlıyordu belki. Ama dev bir hindinin suratına benziyordu. Sarkarak katlanan yanaklarında bir tüy tabakası vardı. Kendimi tutamayıp iğne ucu bir gözüm ilişse, günlerce unutamıyorum suratını. Çirkinliği yetmiyormuş gibi, arkasında patlamış fermuarından iç donu gözükür, g.tünden düşmekte olan eteği, bir zahmet toplamazdı.
Kararımı çoktan vermiştim. Savaş, Seller, Depremler, Salgın Hastalıklar, Ekonomik bozukluklar. .. Çirkin bir kadından daha büyük ve acılı bir felaket yoktur! Bu acımasız talihsizliği tasarlayan Tanrı’yla aram açılıyor. Ahlakla ahlaksızlığı, güzellikle çirkini ayırt edecek tüm geleneksel ölçülerimi kaybettim. Yoksa çirkinlik halkın kara isyan bayrağı mı?
Pakize’nin sevgilisine ise şaşıp kalıyorum, incecik bir oğlan, gururlu, sakin, duru, hoş bir yüzü var. Yolunu gözlüyor bu ucube kızın etrafında centilmenler ve melekler gibi fır dönüyor. Birbirlerine sokulup sokak sokak sonsuz bir mutlulukla gözlerini kapatıp, dünyayı unutuyorlar. İş çıkışı, heyecanlı, tutkulu, çalımlı bakışlarıyla kızı bekliyor. Nasıl başarmış bu leş parçası yüzü sevmeyi. Bu çocuk hangi ülkeden, nasıl bir galaksiden gelmiş?
Yıllar geçiyor, yaseminler gibi sevgilisini öpmekten dudakları kurumadı, baharlar geçiyor, çınar yaprakları çiğneyerek birbirlerine sarılmaktan yorulmadılar. Aylar, belki bir iki yıl, asırlar gibi geçmiş…
Pakize’yi yine görüyorum. Epey zamandır ağlamaklı, huzursuz, hüzünlü ve yalnız oturuyor Pakize. Sevgilisi çocuk yok ortalarda. Psikoloji okumasına rağmen, ataması gelmediği için, garsonluk yapan Ferit’e sordum. “Hayrola, bizimki epeydir yalnız. Ne oldu?” dedim. “Önce vatandaşlar, sonra da polis tekme tokat dövmüş bunları” dedi.
Duygusallıkla salçalaşmış bir romantik aşktan ben de kuşku duyuyordum. Detaylarıyla dinledim. Sahilde, kayalara oturmuş bizim kumrular. Sarılmanın, öpüşmenin hızı, fermuar muhabbetine yönelmiş. Kendilerini kaptırdıkları anda, işgüzar bir takım gençler ve onları teşvik eden birkaç menopozlu yaşlı kadın baskın yapmışlar. Bunlara başka insanlarda eklenmiş. Önce onlar saldırıp dövmüşler, sonra olay yerine gelen polis bunları tokatlayıp, emniyete götürmüş.
Tamamlanmamış bir orgazmın ortasında dövülmek kadar bir insanı, bir erkeği ne acıtabilir? Oğlan ağrına gitmiş, gururuna yedirememiş olmalı ki, hiç ortalıklarda görülmüyor. Pakize, mutsuz, çökmüş, sigara ve çayla içini çeke çeke ağlayıp duruyor. Garson Ferit, psikoloji eğitimi almış olmasının aksine, belki de kendince freudyen tarzda, kızın ezik, çökmüş, düşkün halini gördükçe, kulağıma, “.mına koduğumun memleketinde garibanların yiyişmesi bile yasak” diyor…
O anda Deli Şükriye’nin çağlığı, feryadı, bedduaları patladı Gemlik sahilinde. Yine birileri kızdırmıştı anlaşılan. Ya da, o garip varlıklar, içindeki rüzgârı bir kez daha fırtınaya çevirmiş olmalıydılar.
Yanımdaki masadan, benden önce Pakize fırladı, yeri göğü titreten, bomba düşmüş gibi şangır şungur çığlık atıp, aynaları kırmaya, sandalyeleri parçalamaya başladı. Bir yanda Şükriye, bir yanda Pakize, neye uğradığımızı şaşırdık. Garson Ferit, “Kopardı ipi, rahat etti” dedi. Su, kolonya getirdiler. “Nefes al bacım; sakin ol bacım sesleri arasında kızın masasında buldum kendimi. Şükriye abla ise sakinleşmiş, feryatları kendi kendine fısıldayan, başka bir melodiye dönüşmüştü. Pakize ise kötü, çok kötüydü.
Niyeyse, ne biliyorsam, ben de nasılım ki, panik halinde kızı sakinleştirmeye çalışıyorum, ağzımdan ilk çıkan laflar: “Bak ablacığım, Pakize, beni dinle. Kanuni Türk tarihinin en büyük padişahıdır. O bile iki kere büyük yenilgi yaşadı. Biri Viyana Kuşatması, gittiği gibi geri geldi. İkincisi Malta Kuşatması… Turgut Reis şehit oldu, Otuz bin Levent sulara gömüldü. Süleyman Demirel’i düşün, 7 kere gitti 8 kere geldi… Bu milleti Atatürk kurtardı. Atatürk, Atatürk, anlıyor musun Atatürk!…”
Garson Ferit, tuhaf tuhaf gözlerime baktı. Kızı sakinleştirsin diye kimlere teslim ediyoruz gibisinden, beni bir kenara çekti. “Bir saniye Cemal Ağabey, sen şöyle çekil. Sakinleş bi…”
Oysa ben herkesten fazla hazırdım ipi koparmaya, Şükriye Abla, Pakize benden önce kopardı. Çok düşündüm bunu, anladım ki, domuzdan, eşek kestanesinden olsun, ayrılık acısı duyacağım, kara sevda çekeceğim bir sevgilim olmamıştı.
“Kara Sevda nedir nereden bileyim” dedim Sevgili Eşim Güler’e. “Ben seni tanıdığımdan beri hiç ayrılmadım ki?”
Deli Ayten’in yaşam öyküsünün etkisindeydi halen Güler, burnunu çekip, gözlerindeki yaşları mendiliyle sildikten sonra, “Bazen düşünüyorum da, evlenmeseydik, ben de Deli Ayten gibi olur muydum acaba? Gerçi sen, her zaman ‘Evlilik İnsan Haklarına Aykırı’ diyorsun da, bazen senin aşktan, kara sevdadan, tutkudan ne anladığını gerçekten merak etmiyor da değilim” dedi.
“Ben Seni seviyorum ruhum. Evlilik sevmiyorum! Ama buna rağmen, kara sevda hastalığına yakalanmamak için seninle bir kez boşanıp, iki kez evlendim işte!” dedim.
Deli Ayten, özellikle kent merkezindeki esnaf için bir dönemin simge isimlerinden biriydi. Tarihi Kapalı Çarşı ve devamındaki Uzun Çarşı’da dükkânları dolaşırdı. Onun girdiği dükkânlara bereket geldiğine inanılırdı. O ise “Hasanım Hasanım, nerdesin sen?” diye gezinir dururdu. Evlilik yıldönümlerinde en güzel elbisesini giyer, kırmızı rujunu sürer, davulunu temizler, cümbüşünü parlatır öyle çıkardı yola. Genellikle kendi halinde ve zararsız olmasına karşın kızdırıldığı zamanlarda saldırganlaşırdı. “Parlak Moruk”, gördüğü yakışıklılara taktığı lakaptı. Sadece bu lakabı söylemekle kalmaz, o devrin delikanlılarından yanak alırdı. Çarşı esnafı ise ona şöyle takılırdı: “eight nine ten, Deli Ayten…” Bunu duyan Ayten köpürürdü. Esnaf “Ayten Hanım buyurmaz mısınız?” diye dükkânına davet ederdi. Ayten alkışlar ve tezahüratlar arasında her seferinde başka bir dükkânda konaklar, oturur, çayını içer, sonra cümbüşünü alarak yürüyüşüne devam ederdi.
Kızyakup (Kamberler) Mahallesi’ndeki garip kulübesinde 12 Mart 1992’de komşuları tarafından ölü bulundu. Ahmet Dai Camii’nde kılınan cenaze namazından sonra Pınarbaşı mezarlığına defnedildi. Deli Ayten’in mezarı, 2001 yılında granit kaplanarak düzenlendi ve mezar taşına davullu fotoğrafı konuldu. Yıllar sonra 2009 yılında ise heykeli yapıldı ve Kamberler Tarih ve Kültür Parkı’na konuldu. Böylece mahallesine tekrar kavuşmuş oldu.
Gemlik Belediyesi’nin Sosyal ve Kültürel Projeleri kapsamında, Gemlik’in Deli Ayten’i Deli Şükriye’sinin de heykelini yaptırması, altına da öz yaşam öyküsünü yazması ne kadar güzel olur diye düşünüyorum. Gemlik’in, tutkulu aşklar, kara sevdalar kenti de olduğunun, anıt mirası; bu tarihi, mistik şehre çok yakışır gerçekten. İtirazı olan var mı?
Deli Ayten’i, Deli Şükriye’yi, yaşıyorsa Pakize’yi saygıyla anıyorum.
Ali Aksoy ise Gemlik’in büyük bir değeriydi. Allah rahmet eylesin. Minnetle ve özlemle anıyorum. Bir gün, bendeki birçok anısını da kaleme alma umudunu taşıyorum…
Neyse:
Aradan yıllar geçti, Garson Ferit’i gördüm. Çay içip, eski günleri yâd ettik. “Hatırlıyor musun Cemal Ağabey, Pakize’nin Şükriye ”nin çığlığıyla ortalığı birbirine katmasını… Zavallı, kafayı yedi gitti… Biri ortadan kayboldu, diğeri rahmetli oldu…” Sonra gülerek yüzümün içine bakarak, “Sen de az değilsin yani… Neydi o Kanuni, Viyana Kapıları, Süleyman Demirel, Atatürk falan… Neyse, iyi görünüyorsun. Düzelip, toplamışsın!…”
Tek başına akıllı olmayı istemek büyük deliliktir…
Ve bizler aklın esaretinden kurtulan delilerdik…
Ben, ancak ruhumu koruyabilecek insanları severim!…
Bu yazı, Sevgili Eşim Güler’e armağan olsun…

YORUMLAR

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

>